TÜRK İSLAM SENTEZİ’NDEN TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ’NE-TÜRK’ÜN İSLAMI ANLAMA VE YAŞAMA BİÇİMİ
Türkiye’de Atatürk’ün ölümünden sonra başlayan ve 12 Eylül 1980 İhtilaline kadar uzanan bir dönemde, Türkiye’de Sovyet tehdidinin artması ve Türk gençlerinin Marksist-Sosyalist-Komunist ideolojilerin ağına düşmeye başlaması üzerine Türk aydınları arayışlar içerisine girdiler.
Ahlâk, din, milliyet, aile bağları, vatan ve millet sevgisi, mukaddes devlet gibi kavramların yozlaştığına, gençlerin artık bunlara değer vermediğine inanan, düşünür, akademisyen, politikacı ve bürokratlar, Türk millî eğitiminin genel ve özel amaçlarının ve eğitim programlarının Türk-İslâm Sentezci bir anlayışta olması ve yetişen nesillerin de bu anlayışta yetiştirilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Özellikle Aydınlar Ocağı, Türk Ocağı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi Türk milliyetçiliği fikrine gönül vermiş kuruluşlar ve İbrahim Kafesoğlu, Erol Güngör, Mümtaz Turhan gibi akademisyen ideologlar, Türk toplumunun temel ihtiyacının ahlâkçı, milliyetçi, manevîyatçı bir eğitim olduğunu gördüklerinden, eğitim programlarının Türk-İslâm Sentezci anlayışta olmasına gayret etmişlerdir. (Bilgili, s. 2014)
Türk-İslâm Sentezi Nedir?
Fikrin ideologları sentezi, “bir teori değil, 1200 senelik yaşanmış, büyük bir tarihin geliştirdiği ve ispatladığı bir vakıa” (Yalçın, 1988, 22) olarak ifade etmişler ve en geniş manasıyla, “Türk’ün İslâm’da, İslâm’ın Türk’te bütünleşmesi” olarak tanımlamışlardır (Kafesoğlu, 1985, XII). Bir başka deyişle “Türk fiziği ile İslâm ruhunun birleşmesi”dir (Yeni Düşünce, 08.05.1987, Bilgili, 2014)
Kafesoğlu’na göre “sentez kelimesiyle irtibatlandırılan kavramlar ‘Türklük’ ve ‘İslamiyet’ kavramlarıdır. İslam ve Türklük arasındaki özdeşleşme sonucu Türklük ve İslamiyet’in sosyal ve manevi alanda bir olması, aynı anlama gelmesi şeklinde tanımlanabilmektedir” (Kafesoğlu, 1985, s. 162). Keza, Kafesoğlu (1984, s. 41) ve Donuk’a 1988, s. 9) göre “Türk kültürü, İslamiyet’le müşerref olunca İslamlaşmaya başlamış, bununla birlikte, İslam öncesindeki Cihan Devleti ülküsü, Allah’ın adını ve adaletini yeryüzüne yaymak olan Nizam-ı Âlem fikri varlık gayesi” olmuştur. Diğer bir deyişle Türkler, İslam dünyasının yükünü ve ülkülerini omuzlamıştır:
Medeniyet dairesindeki her milletin kendine has kabiliyetleri ve üstünlükleri medeniyetin zenginliğidir. Böyle olunca Türk Milleti, Müslüman olmasıyla sadece kendi tarihini değil dünya tarihini etkileyecek büyük olayların başlangıcını sağlamıştır. Yani Türklerin Müslüman olması sürecine iki yönden bakmak gerekmektedir: Birincisi Türk milletinin İslam dinini kabul ettikten sonra yaşantı, düşünce ve inançlarındaki değişikliklerdir. İkincisi ise İslam âleminin ve dünyanın, Türklerin Müslümanlığı ile elde ettiği kazanımlardır (Kafesoğlu, 1984, s. 41) (Çağlar, Uluçakar, 2017, s.119-139)
Türk milliyetçileri, Türk-İslam Sentezi yerine Türk-İslam Ülküsü’nü benimsediler ki aslında bu değişiklik “Türk İslam Sentezi” kavramındaki “sentezi” kelimesini kaldırıp yerine “Ülküsü” kelimesini koymaktan ibaret bir şekil değişikliği olmuştur.
Türk İslam Sentezi yerine aslında aynı manayı ifade eden “Türk-İslâm Ülküsü” tabirini kullanan S. Ahmet Arvasi (1982, 8); “Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm ülküsüne bağlı, Türklük şuûr ve vakarına, İslâm iman, aşk, ahlâk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyeti ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğü’nün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur” derken, hem sentezin (ülkünün) tanımını yapmış, hem de sentezle ulaşılmak istenen hedefi/menzili belirtmiştir.
Ünlü tarihçi Halil İnalcık (2002, 15) için Türk-İslâm Sentezi; Türkiye’de ortak bir ideoloji yaratma çabasıyla, muhafazakârlarla Türk milliyetçileri arasında dayanışma sağlamak, bu bağlamda etnik grupları Türk milliyetçiliği kapsamında birleştirmek, “Türk İslâmiyeti” olgusunu ulusal bütünlüğün temellerinden biri saymaktır.
Sentezin asıl yaratıcılarının devrin ideologlarından önce Selçuklu ve Osmanlı yöneticileri olduğunu söyleyen Atilla İlhan (2002), “Türklük Denilen Bir Deniz” başlıklı makalesinde; “açık bir şekilde birbirini tamamlayan, Selçuklu ya da Osmanlı kültür sentezleri, büyük Türk-İslâm Sentezi’nin ta kendisi değil midir?” Sorusunu yöneltirken sentezin aslında Selçuklu veya Osmanlı kültürü olduğunu vurgulamıştır.
Senteze yeni bir ideoloji yaratma gayreti olarak bakan Toktamış Ateş (Güvenç v.d., 1991, 11) sentezi, “radikal Türkçülük” ve “radikal İslâmcılık” akımlarının “bir ortak ideoloji yaratma çabalarının bir ürünü olarak” değerlendirmiştir.
Tarihçi Mim Kemal Öke (Tercüman, 25.01.1987), “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi” başlıklı gazete yazısında sentezi, “millî mutabakatımızın temel taşı” olarak tanımlamıştır. Bu mutabakatı hüzünde, sevinçte, zevkte, anlayışta, duyuşta, sezişte, hülasa tüm hayat telakkisinde sosyalin ortak buluşma noktası olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Ünlü psikiyatr ve fikir adamı Ayhan Songar (Tercüman, 03.05.1987), “Şanlı Mazimiz, Aydınlık Geleceğimiz” başlıklı gazete yazısındaki “Türk insanı tarih boyu bütün dinlere, inançlara gösterdiği geniş anlayış ve hoşgörüyle laiklik prensibi içinde bu sentezi oluşturmuş ve bugünkü medeni seviyesine ulaşmıştır. İslâm-Türk sentezinden anladığımız sadece budur işte…” ifadesiyle sentezi hoşgörü ve medeniyet olarak tanımlamıştır. Songar’ın tanımından sentezin, bir değerler manzumesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu manzumenin özü insanı insan yapan değerler, insana duyulan sevgi ve hoşgörüdür. Peygamber Efendimizin (SAV), Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş’ın sevgi yoludur. (Bilgili, 2014)
Başını sol görüşlü düşünürlerin çektiği bir gurup ise Türk İslam Sentezi’ne şiddetli karşı çıkıp, bu düşünceyi çağ dışı olarak ilan edip; “laik Cumhuriyetin çağdaşlaşma çabalarını engellemeye yönelik gerici bir akım” olarak ilan etmişleridir.
Sentezi en çok eleştirenlerden biri olan Vecihi Timuroğlu’na (1991, 7) göre de sentez, “Türk toplumunu çağdışına çıkarmaya yönelik politik öğretinin adıdır.” Ona göre, Atatürk’ün pozitivizm yoluyla ileri götürmek istediği laik Cumhuriyetin çağdaşlaşma çabalarını engellemeye yönelik gerici bir akımdır…
Senteze karşı olanların kanıtları genellikle tek düze fikir, söylem ve iddialardan ibarettir. Mesela; “Türk-İslâm Sentezi” adında derleme bir kitap yazan Güvenç ve arkadaşlarının (1991, 60) sentez hakkındaki en mühim tespitleri, Türk-İslâm senteziyle varılmak istenen hedefin, Türkiye Cumhuriyeti’ni bir “İslâm Devleti” haline getirmek olduğudur. Araştırmacı-gazeteci Uğur Mumcu’nun (Cumhuriyet, 09.01.1987) iddiası ise, Türk-İslâm Sentezi’nin bir ideoloji olduğu ve gençlerin Atatürkçülükten saptırılarak bu ideoloji ile yetiştirilmek istendiğinin planı olduğudur. Ali Sirmen (Güvenç v.d., 1991, 23) ise, Türkİslâm Sentezi ideolojisinin özgür ve bağımsız “yurttaş” olma bilincinin yerleşmesini önlemeyi, bunun yerine boyun eğen ve sinik “kul” bireyler yaratmayı amaçladığını iddia etmektedir. Hasan Cemal’in (Güvenç v.d., 1991, 20, 24) iddiası da, sentezin demokrasi ve laiklik karşıtı bir ideoloji olduğu ve 12 Eylül sonrasında devletin resmi ideolojisi haline geldiğidir. 1987’de Mülkiyeliler Birliği’nin düzenlediği “Din ve Siyaset” konulu panelde konuşan Murat Belge’nin iddiası, sentezle İslâm’ın ideolojik bir vasıta olarak kullanıldığıdır. Aynı panelde konuşan Hüseyin Hatemi’nin iddiası da, sentezin ABD emperyalizmi ile uyum sağlamak anlamına geldiği ve İslâmi terminoloji ile
nifak veya şirk olduğudur. İlhan Tekeli ise, sentezin ciddi bir düşünce ve mantık temellerine dayanmadığı, asıl ulaşılmak istenilenin sentez değil, İslâm olduğudur (Güvenç v.d., 1991, 32-33).
Bütün bu tanımlarla birlikte, pedagojik açıdan sentez, yaratıcı, etkin, beyin gücünü işleyen ve geliştiren, şahsiyet ve farklılıkları, bilgi ve becerileri, istidat ve kabiliyetleri, gelişme ve ilerleme aracı yapan, millî ahlâkla şahsiyet bulma yolunda bir eğitim yöntemidir. Bunu Aydınlar Ocağı, “Türk Millî Eğitimi’nin hedefi, hür, mesuliyet idrakine sahip mesut olabilecek insan yapısını, yani örnek Müslüman Türk’ü inşa etmektir” (Millîyetçiler 4. Büyük Kurultayı Bildirisinden, 1988, 362-367) şeklinde formülize etmişti (Bilgili, 2014).
Yukarıdaki ifadelerde de görüleceği gibi, sentezin karşısında olanların değerlendirmeleri siyasi ve ideolojik çerçeveyle sınırlıdır. Sentez kuramcıları; kültürel, eğitim politikaları, dinî hayat, iktisat, çalışma hayatı, sağlık meseleleri, dış politika, gençlik sorunları, geleceğin devlet politikaları v.b konularda bir çerçeve oluşturmak noktasında başarılı olmalarına karşılık, sentez karşıtları bir fikir beyan edememiş, tartışamamış; Atatürk, laiklik, İslâm, ideoloji etrafında dönüp durmuşlardır (Bilgili, 2014).
Türk-İslam ülküsüne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslam iman, aşk, ahlak ve aksiyonuna sahip. Türklüğü bedeni, İslamiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, Dünya Türklüğünün, İslam dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur… Diyen Seyyit Ahmed Arvasi, “Türk-İslam Ülküsü” adlı eserinde, “Neden Türk-İslâm Ülküsü?” başlığı altında; Türk-İslâm Ülküsü’nü hakkında bilgiler vermiştir:
Neden Türk-İslam Ülküsü?
Neden, su veya bu ad altında toplanmayı değil de “Türk-İslam Ülküsü” ne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki, “Emperyalizm”, Türk ve İslam dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile “vatan çocuklarını” din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da birbirine düşürmeyi planlamaktadır.
Bugün yeryüzünde iki sömürgeci “blok” vardır. Bunlardan biri kara renkli “kapitalist emperyalizm” diğeri ise bütün fraksiyonu ile “kızıl emperyalizm”. Birincisi “çok uluslu şirketlerin” paravanasında, “az gelişmiş veya gelişmekte olan halklara yardım etmek, özgürlük ve uygarlık götürmek” maskesi altında, ikincisi de “ezilen, sömürülen halklara bağımsızlık, özgürlük ve adalet götürmek” maskesi altında, “sınıfsal savaş” sloganı ile “iç savaşlar” çıkartmakta ve “dünya proleterlerinin dayanışması” adi altında işgalini gerçekleştirmektedir.
Gerçekten de yeryüzünde ezilen ve sömürülen bir de “üçüncü dünya” vardır. Bu dünya, daha çok Asyalı, Afrikalı irili ufaklı devletlere ve devletçiklere, beyliklere, emirliklere, federasyonlara bölünmüş milletlerden ibarettir. Esef edelim ki, bu insanların sayısı bir buçuk milyardan daha fazladır. İşin ızdırap veren diğer bir yani da, bu nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar teşkil etmektedir. Bunun yanında çok acı bir gerçeği daha belirtelim ki, bu ezilen ve sömürülen Müslümanlar arasında Türk Milleti’nin çok önemli bir bolümü bulunmaktadır.
1970 Yılında yapılan bir araştırmaya göre, yabancı boyunduruğunda tam bir sömürge hayati yasayan Türk nüfusunun sayısı, Türkiye’mizde bulunan genel nüfusumuzun tam iki katidir.
Emperyalist güçler, fırsat buldukları zaman zorla, bulamadıkları zamanlar ise hile ile İslam ve Türk dünyasını ele geçirmiş, zenginliklerini yağmalamış, din ve milliyet duygu ve değerlerini tahrip
etmiş, direnenleri lekeleme ve imha yoluna gitmiş, kendine uygun kadrolar yetiştirmiş, bu milletlerin uyanış diriliş hamlelerini, milli eğitim ve kalkınma planlarını baltalamış ve bu ülkeleri, “ebedi sömürge” statüsüne mahkûm etmek için elinden geleni esirgememiştir.
Emperyalist güçler, korkunç bir kültür emperyalizmi programı ile millet çocuklarını milli tarihlerine, milli ve mukaddes kültür değerlerine, milli ülkülerine, milli menfaatlerine, hatta motif ve sembollerine düşman etmekle kalmazlar, kendi değerlerini “bir uygarlık ve ilerilik” unsuru biçiminde onların kafalarına ve vicdanlarına oturturlar. Böylece milli ve mukaddes değerlere bağlı milliyetçilerin karşısına, bu değerlere ters düsen “yabancılaşmış kadrolar” çıkarırlar. Bir ülkede, değerler “ikizleşince”, kadroların da ikizleşmesi ve çatışması mukadder olur. İste düşman, bu noktada aktivitesini arttırır. Ülkenin ve milletin “parsellenmesi” için beynelmilel güçleri harekete geçirir. Ülke artık birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır kadrolara bolünmüşse, düşman rahatlıkla at oynatabilecek vasati bulmuş demektir.
Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ sanki bir insan, hem “dindar” hem “milliyetçi” hem “medeniyetçi” olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan “çatışan güçler” meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca planlar ki, tertiplerini anlamak için bazan olayların üzerinden elli veya yüz sene geçmesi gerekir. Mesela, Osmanlı Türk Devleti’nin parçalanması ve Orta-Doğu’nun sömürgeleştirilmesi için, dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, din” ile “milliyetçilik” arasında zıddıyyet ve düşmanlık duyguları doğurmayı planlamış olduklarını şimdi itiraf ediyorlar.
Serge Hutin adlı bir Fransız masonunun yazdığı “Les Francs-Maçons” kitabının 127. sayfasında okuduğumuza göre İslam dünyasında masonlar Cemaleddin-i Afgani ve Muhammed Abduh gibi “din politikacılarını” localarına kaydederek onların eliyle “Dini, milli yapılarına göre reforme ederek” alemşumul İslam dinini bozmak, öte yandan Müslüman Kardeşler(Freres Musulmans) hareketi ile de “İslam’da milliyetçilik yoktur”propagandası ile milletleri çökertmek ve bu suretle çok kahpece bir planla birbirine zıt “İslamcı” ve “milliyetçi” sun’i düşman kamplar doğurmak istemişlerdir.
Emperyalizm, bizim dünyamızda bu “paradoks”tan çok istifade ettiğini ayrıca yazmaktadır. Dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı, birbirine düşman göstermek oyunundan kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor.
O halde, Türk milliyetçisine düşen iş, bütün varlığı ile bu oyunu her şeyden önce kendi yurdunda bozmak olmalıdır. Bu ülkede sun’i olarak birbirine düşman “güya Türkçü” ve “güya İslamcı” cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman-Türk olarak ve tarihine yaraşır bir biçimde çıkmalıdır. Bunun için, Türk-İslam ülküsüne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslam iman, aşk, ahlak ve aksiyonuna sahip. Türklüğü bedeni, İslamiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, Dünya Türklüğünün, İslam dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur. Din ve milliyet, zıt değerler değildir. Bu sebepten, “sentez”,tez ile anti-tez arasında söz konusu olacağına göre, yıllardan beri kullandığımız “Türk-İslam sentezi” yerine, “Türk-İslam Ülküsü” sözü daha uygun olur düşüncesi ile kitabımızın adını “TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ” olarak seçtik. Bunu ısrarla kullanacağız. (Arvasi, tarihsiz, c.1.s.8) demesine rağmen, Türk-İslam Sentezi tabiri dışlanmış değildir, hatta azımsanmayacak kadar sık kullanılmaktadır. Örneğin bizzat Arvasi’nin bu tabiri çok kullandığı görmekteyiz: “Türk-İslâm Medeniyeti, Türk Milleti, Türk Gençliği ve gerçek Türk aydınları için vazgeçilmez, mukaddes ve yüce bir terkibin (sentezin) adıdır.” (Arvasi, 1990b, s.264). “Türk-İslâm Medeniyeti, aziz Türk Milleti’nin mübarek bağrında yatan, muhteşem bir vakıadır. Hiç kimse, bu vakıayı inkâr ve ihmal edemez. Çünkü bizi biz yapan bu terkiptir. Şimdi, bazıları (içlerinde maalesef, Prof. ve Doç. etiketini kullanan cahillerin de bulunduğu bazıları), “Türk-İslâm Sentezi de ne
demekmiş? Cumhuriyet ve demokrasi sentezinden başka yol mu olurmuş?” kabilinden “akademik” (!) sözleri sarf edebilmektedirler”(Arvasi, 1990b, s.263).. Dolayısıyla sentez kavramının Türklük ve İslam ilişkisini veya birlikteliğini ifade etmekte kullanılabileceği, bizzat Türk-İslam Sentezcilerince de genel olarak kabul edilmektedir. Tartışmanın önemli olmadığı da yine onlar tarafından bizzat ifade edilmektedir: “Kelimeler üzerinde fazla durmayınız. Onların ifade ettiği mânâlara ve yöneldiği hedeflere önem veriniz. Bütün mesele, cemiyetimizi, kendi orijinal yapısı içinde, İslâm’ın imân ve ahlâkı ile yoğurarak, yeniden tarihî misyonu içinde yüceltmektir. Buna ister ‘sentez’, ister ‘terkip’ ister ‘ülkü’ deyin ne fark eder?”(Arvasi, 1990, s.376)
Türk-İslam Sentezi ve Türk-İslam Sentezcileri, yüz yılı aşkın süredir Türk düşünce ve siyasi hayatında etkisini ve etkinliğini sürekli olarak göstermeye devam etmekte olup, Günümüzde yine devletin “beka” sorunuyla ilintili biçimde Türk-İslam Sentezi (Ülküsü), “Cumhur İttifakı” olarak hükümet politikalarını belirlemekte, devleti bizzat yönetmektedir (Kadıoğlu, 2020,s.815).
Adına ister Türk İslam Sentezi isterse Türk İslam Ülküsü diyelim, Yüce dinimiz İslam, milletleri imha etmek için değil ihya etmek için gönderilmiş bir dindir. İslam dini, Millet, Milî devlet ve milliyet düşüncelerini inkâr etmez. İslam bir insanı veya bir milleti Müslümanlaştırırken onun kültüründeki, örfündeki-töresindeki İslâm’a uymayan şeyleri temizler. Söz gelişi Müslüman olan bir insan veya millet domuz eti yiyor, sarhoşluk veren içki, şarap tüketmeyi alışkanlık haline getirmişlerse bu kötü huy ve alışkanlıkları yasaklar. Onun İslama uygun olan örf ve adetlerine, töresine ve kültürüne müdahalede bulunmaz.
Bir dinin bir milleti müslümanlaştırırken, o milletin kültür yapısından etkilendiği de sosyal bir vakıadır. Sözgelişi, İslam dini, Türk milletini Müslümanlaştırırken, Türk’ün İslam’dan önceki, askerlik, yiğitlik, Alplik, teşkilatçılık, disiplin, cömertlik, din adamlarına saygı, cihan hâkimiyeti düşüncesi, ata mezarlarına saygı gibi milli özelliklerini bünyesine katmıştır. Bir başka deyişle Türk’ün hayat tarzı, İslam dininin temel değerleri sayılan “Kitap, sünnet” gibi imani esaslar dışında kalan İslami yaşam biçimine gözle görülür bir şekilde etki etmiştir. Bu etkileşimlere örnek verecek olursak, Türk’ün disiplin ve askerlik anlayışı Namaz ibadetinin yerine getirilişinde, Yüce kitabımız Kur’an-ı kerim’e olan saygısında kendini çok açık bir şekilde göstermektedir. Bir Türk’ün namazda el bağlayıp, ayak aralarını dört parmak kadar ayırıp el bağlayıp Allah’ın huzurunda duruşuyla, bir Arab’ın namazdaki duruşu ve hareketleri arasında çok fark vardır. Arap, sağa, sola bakıp, eli ile orasını burasını kurcalayıp dururken, Türk, tıpkı askerlik anlayışındaki esas duruş şeklindeki gibi Allah’a teslim olmuş bir şekilde, kıpırdamadan, sağa sola bakınmadan durur ve askeri bir disiplin anlayışıyla namazını tamamlar. Yine Arap, uykusu gelince Mescid-i Haram’da veya Mescidi-i Nebevi’de Kur’an-ı kerimi başının altına yastık yapıp yatarken, Türk, mescidlere, camilere ve Kur’an-ı kerim’e büyük bir saygı gösterir. Kur’an-ı kerim’i göbek hizasının altında tutmaz, okuduktan sonra öpüp başına koyduktan sonra yerine koyar. Araplar, ata mezarlarına hiç önem vermez ve mezar ziyaretini ve geçmişlere okumayı şirk olarak kabul ederken, Türk, tıpkı İslam öncesi ata mezarlarına gösterdiği saygıyı, başta Peygamber Efendimizin ravzası olmak üzere, evliya mezar ve türbelerine gösterdiği saygıyla devam ettirmektedir.
Türk’ün Peygamber sevgisi hayatın her alanında kendisini göstermiştir. Türkler arasında en çok koyulan adlar arasında, Ahmed, Mehmed, Mahmud, Mustafa, Fatma, Gül Fatma, İsmigül, Ayşegül, Emine-Âmine, Halime, Zeynep, gibi adlar başı çeker. Türk, Yeni Çeri Ocağı’nın kaldırılışından sonra kurulan orduya Muhammed’in ordusu manasına gelen “Mansure-i Muhammediye”, askerine ise Sevimli Mehmed manasına gelen “Mehmetcik” adını vermiştir. Türk ordusu yerli ve yabancılarca “Asâkir-i İslam: İslam’ın Askerleri, “Cund-Allah: Allah’ın Ordusu” adıyla anılmıştır. Türk’ün Peygamberimizin adı anıldığında sağ elini ğöğsünün üstüne, kalbinin üzerine götürmesi ve salâvat getirmesi Peygamber sevgisine ve saygısına en güzel örnektir. Yine Türk’ün Peygamber Efendimizin ravzasına olan saygısı dillere destandır.
Bu sevgi, 31 Mayıs 1916’dan başlayıp, 10 Ocak 1919’a kadar Medineyi İngilizlere karşı çekirge yiyerek müdafa eden, Medine Müdafiî Fahreddin Paşa’da ve ihtiyat mülazımı İdris Salih Bey’in Medine’den ayrılırken yazdığı şiirde kendisini bütün açıklığı ile gösterir:
“Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz,
Can verir, cânânı veremez Türkler.
Ebedi hadim’ül haremeyniniz,
Ölsek de Ravza’nı rûhumuz bekler!” (Mülazım İdris Salih Bey) (Yasemin Kapusuz, tarihsiz, https://edebistan.com/deneme/olsek-de-ravza-ni-ruhumuz-bekler)
Yine bu Peygamber sevgisi, Nâbi’nin, Medineye doğru giderken, bir yolcunun, ayaklarını Peygamber Efendimizin ravzasının bulunduğu yöne doğru uzatmasını büyük bir saygısızlık sayarak yazdığı naatında kendisini gösterir:
“Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı İlâhîdir Makâm-ı Mustafâ’dır bu (Nâbî)
(Sakın saygıyı elden bırakma¸ burası Allah’ın Habîbi’nin mahallesidir. Burası Hakk’ın tecellî ettiği yer ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in makamının bulunduğu mekândır.)
Kervandakilerden başka bir kimsenin bu şiirden haberi yoktur. Medine’ye yaklaştıkları sırada sabah namazı vaktidir ve minarelerin birinden Türkçe bir kaside okunmaktadır. Bu¸ Nâbî’nin yazdığı na’tın ta kendisidir. Kervan doğruca o camiye yönelir. Müezzin minareden inince Nâbî¸ müezzine: “Bu Türkçe kasideyi nereden öğrendin?” Diye sorar. Nâbî’nin kim olduğunu bilmeyen müezzin: “Bu gece rüyamda Peygamber Efendimiz bana: “Ümmetimden Nâbî adlı bir büyük şair vardır ki benim hakkımda bir kaside yazmış¸ onu bu gece minareden okumanı arzu ediyorum”buyurarak¸ bu beyitleri bana öğretti”der (Tok, A. tarihsiz. Somuncu Baba Dergisi, 162.Sayı).
Peygamber Efendimizin doğum günü olan günün ,“Mevlid-i nebî” olarak kutlanması, yine mubarek gün ve gecelerde mevlid-i şerifler okunması, başta Yunus Emre’nin şiirleri olmak üzere, şairlerimizin şiirlerinde, kaside ve ilahilerimizde peygamber sevgisine genişçe yer verilmesi Türklerdeki peygamber sevgisine en güzel örneklerdir.
Türklerin ölü gecelerinde ve mübarek günlerde yemek yedirmeleri, yoksulları doyurmaları, Türk’ün tarihi misafirperverlik ve cömertlik anlayışının devamından ibarettir.
Eski Türklerdeki “İstiklal ve özgürlük anlayışı” Türklerin Müslüman oluşu ile birlikte kendisini tüm İslam dünyasında göstermiş, Selçuklu, Gazneli, Osmanlı ve Timurlular dönemlerinde İslam coğrafyası altın çağını yaşamış, Haçlıların saldırı ve tasalludundan korunmuştur. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra birçok İslam devleti egemenliklerini kaybederek, Batılıların işgali altına girmiş ve sömürgeleştirilmiştir.
Bu güzel hasletler Türklerin İslam dinine katmış olduğu değerlerdir. Bu değerler Suudi Arabistan’da yaşanmasa da Afrika coğrafyasından, Balkanlara, Pakistan ve Hindistan coğrafyasına kadar geniş bir coğrafyada halen bütün tazeliği ile yaşanmaktadır. Bütün bunlar Türk’ün güzel hasletlerinin İslam dini ile bir terkip oluşturup, Türk’ün İslâm ile İslâm dininin de Türk ile etle tırnak misali bütünleşmesidir. Türk-İslam Sentezi yerine Türk-İslam Ülküsü kavramını kullanmak daha doğru olmakla beraber, Türk-İslam ülküsü mü olsun, Türk-İslam sentezi mi olsun şeklindeki düşüncelere takılmadan İslâm dinini bir hayat nizâmı olarak kabul edip, Sultan Alparslan’ın dediği gibi:
“Biz Türkler, temiz Müslümanlarız, bid’at nedir bilmeyiz. Allah bu yüzden hâlis Türkleri aziz kıldı” anlayışı ile İslâm’ı yaşamaya ve yaşatmaya devam etmek en güzeli olacaktır.
KAYNAKLAR:
Mim Kemal Öke (Tercüman, 25.01.1987), “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi”
Tok, A. tarihsiz. Somuncu Baba Dergisi, 162.Sayı Yasemin Kapusuz, tarihsiz, https://edebistan.com/deneme/olsek-de-ravza-ni-ruhumuz-bekler
Arvasi, S.A.(1990), Hasbihal 3. İstanbul: Burak Yayınevi.
Arvasi, S.A. (1979). Türk-İslam ülküsü 1. İstanbul: Türk Kültür Yayını.
ARVASİ, S. Ahmet; Türk-İslâm Ülküsü, Ankara 1982, c.1.
Millîyetçiler 4. Büyük Kurultayı Bildirisinden, 1988
Bilgili, A.S. (2014) Eğitim Programlarımızda Türk-İslâm Sentezi Meselesi, Kafkas Üniversitesi, e – Kafkas Eğitim Araştırmaları Dergisi, 1 (1), Nisan 2014
Uğur Mumcu’nun Cumhuriyet, 09.01.1987
Kafesoğlu, İ. (1985). Türk İslam Sentezi. İstanbul: Aydınlar Ocağı Yayınları.
Yeni Düşünce, 08.05.1987,
Çağlar, A ve Uluçakar, M, (2017). Günümüz Türkçülüğünün İslamla İmtihanı: Türk-İslam Sentezi ve Aydınlar Ocağı, Hacettepe Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları (HUTAD), sayı:26, S.119-139
Ayhan Songar, Tercüman, 03.05.1987, “Şanlı Mazimiz, Aydınlık Geleceğimiz”
Timuroğlu, Vecihi; Türk-İslâm Sentezi, Ankara 1991
İnalcık, H. (2002). “Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı”, Doğu Batı, sayı:5, (Kasım-Aralık-Ocak 1998-9), (Ankara 2002)
Hacıeminoğlu, N, (1977). Millîyetçi Eğitim Sistemi, Ankara 1977.
Muharrem Günay