Dolar 34,5424
Euro 36,0063
Altın 3.006,41
BİST 9.549,89
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 9°C
Az Bulutlu
İstanbul
9°C
Az Bulutlu
Paz 10°C
Pts 11°C
Sal 11°C
Çar 13°C

TARİH TÜRKEŞ’İ HER ZAMAN HAKLI ÇIKARDI

04/04/2022 07:08
A+
A-

TARİH TÜRKEŞ’İ HER ZAMAN HAKLI ÇIKARDI Muharrem GÜNAY SIDDIKOĞLU
GİRİŞ:
Türk Dünyası’nın bilge lideri Türkeş’in hiç şüphesiz en önemli özelliği tarihi çok iyi bilmesi ve okumasıdır. O, Rusya ve Moskof tehlikesi hakkında çok önemli tespitlerde ve uyarılarda bulunmuş ve “Moskoflarla çarpışmamız kaçınılmaz bir kaderdir. Onların doymak bilmez hırsları, kendi başlarını yiyecektir. Girişeceğimiz savaşta onları mutlaka yeneceğiz. Çünkü biz Türklüğün ezeli ve ebedi hakları için dövüşeceğiz. Çünkü biz “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolası ile çarpışacağız (Türkeş, 1978, s.15)” demiştir. Onun tespitlerinde ve uyarılarında ne kadar haklı olduğu bu gün bir kez daha, Rusya’nın Ukrayna’yı işkâl girişimi ile ortaya çıkmıştır.
Türkeş, Rusya’ya ve Rus Çarı Deli Petro’nun “Sıcak denizlere inmek” konusundaki vasiyetine dikkat çekerek; “Rusya, Çarlık devrinde, dünya hâkimiyetini kurmak, sıcak deniz ve iklimlere sahip olabilmek için kendisine ülke ve milliyetiyle büyük bir engel olan Türkleri ortadan kaldırmak amacıyla, bize 13 defa savaş ilan etmiştir. Dünya hâkimiyetini kurmak, Türkiye’yi ortadan kaldırmak amacı, 1917 komünist ihtilalından sonra da, Sovyet hükümetleri tarafından takip edilmiş, 1945’de ülkemizden toprak (Kars, Ardahan, Marmara Boğazlarında üs) istendiği gibi, Ankara’da kendisine dost ve güvenilir bir hükümet de istenmiştir (Türkeş, 1978, s. 130-131) diyerek gelecek nesilleri Rus tehlikesine karşı uyarmıştır.
Bölgemizde Rusya ile yaşanmış, halen yaşanmakta ve gelecekte de yaşanacak olan mücadeleye dikkat çeken Türkeş bu konuda tarihi uyarısını şöyle yapmaktadır:
“Biz Türk birliği ülküsünü yine şanlı bir bayrak gibi göklere yükselterek taşıyoruz. Bu ülkü her zamandan daha ziyade, bu gün Türk milleti tarafından daha önemle anlaşılmaktadır. Moskoflarla çarpışmamız kaçınılmaz bir kaderdir. Onların doymak bilmez hırsları, kendi başlarını yiyecektir. Girişeceğimiz savaşta onları mutlaka yeneceğiz. Çünkü biz Türklüğün ezeli ve ebedi hakları için dövüşeceğiz. Çünkü biz “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolası ile çarpışacağız (Türkeş, 1978, s.159).
Merhum Bilge liderimiz Türkeş’in, Rusya konusundaki tespit ve uyarılarındaki haklılığı bu gün Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Yarın Rusya’nın aynı şekilde bizden de toprak istemesi ve Türkiye’ye saldırması her zaman ihtimal dâhilindedir.

Tarih Türkeş’i Her Zaman Haklı Çıkardı
Türklük ve Türk Dünyası denince, her Türk’ün aklına Alparslan TÜRKEŞ gelmelidir. Çünkü Türk Dünyası’nda O’nun gibi Türklüğe his ve heyecan veren lider ve fikir adamı çok az yetişmiştir. O’nun fikir ve düşünceleri 1960’lardan beri Türklüğün yoluna ışık tutmaktadır. Sayın TÜRKEŞ, Türk Devlet Başkanlarında bulunması gereken, Alplik, Bilgelik, Erdemlilik, Cömertlik, Bozkurtluk, Gönül adamı olmak, İleri görüşlülük gibi özellikleri üzerinde toplamış bir liderdi. O, Oğuz Han, Çiçi Han, Bilge Kağan, Sultan Tuğrul BEY, Osman Gazi, Sultan Fatih Sultan Mehmed Han, Yavuz Sultan Selim ve Atarürk gibi “Bilge Liderler Ve Başbuğlar” zincirinin en önemli halkalarından birisidir.
Merhum TÜRKEŞ, henüz öğrencilik yıllarında iken; Dünya üzerinde yaşayan milletler ailesinin en şerefli ve en büyük üyelerinden birisi olan Türk Milleti’nin varlığını sürdürebilmesi ve tarihteki şanlı yerini tekrar alabilmesi için yeni bir mücadeleye atılmasının gereğine inanmıştı. Gerek askerlik gerekse siyasi hayattaki mücadelesi onun bu inancının eseridir.
Başbuğ Türkeş’ in hedefi, “Türk Milleti’ni çağlar üzerinden sıçratarak, ilimde, teknikte, ahlakta ve maneviyatta bütün milletlerin en ön safına geçirmekti.” O’ da Atatürk gibi : “Az zamanda çok büyük işler başarmak” tan yana idi. O bu mücadelesinde “İslam iman, ahlak ve faziletine, Türk kültürüne ve Türklük şuuruna” dayanıyor; Türk Milletine inanıyor, güveniyor ve şöyle diyordu : “Türk milletinin binlerce yıllık tarihi boyunca yenilmez olmasını sağlayan ve bu güne kadar her felaketin üstesinden gelerek, her tehlikeyi çiğneyip üstüne çıkmasını sağlayan bazı milli vasıfları, gelenekleri ve inançları vardır; karakteri vardır. Bunların başında: “asla yenilmeyi kabul etmemek, asla mağlup olmayı kabul etmemek, boyun eğmeye ve mağlup olmaya karşı çıkmak” görüşü ve karakteridir. Teslim olmayı ret, mağlup olmayı ret yenilmezliğin sırrıdır. Durum ne kadar karanlık olursa olsun, ne kadar imkânsızlıklar içerisinde bulunursak bulunalım, asla yenilmeyi kabul etmemek, asla teslim olmayı kabul etmemek Türklüğün ezeli şiarıdır.” Sizlere kolay bir başarı vaad etmiyorum. Kısa zamanda bir iktidar umanlar bizimle yola çıkmasınlar. Yolumuz uzun ve çetindir. Bu yolda karşımıza menfaat teklifleri, tehditleri ve daha bir yığın engel çıkacaktır. Bu çetin yola dayanabilecekler, bizimle gelsinler. Cesur olanlar, kuvvetli olanlar, gerçekten inananlar kafilemize katılsınlar.
Bu hareketi sırtladık, hedefe doğru yürüyoruz. Bana bu şerefi verenlere teşekkür ederim. Düşüncelerimizden taviz vermeden sapmadan yürüyoruz. Eğilmeden, eskisinden daha hızlı olarak hedefe koşuyoruz. Bizler, geçici ikballere, menfaatlere yenilmedik. İnanmış kişiler yenilmez. Bu ruh ve şuurla gidiyoruz. İstikbale inanarak ve güvenerek bakiniz. Hedefin alınacağından asla şüphe etmeyin.
Kosan elbet varır, düsen kalkar,
Kara tastan su damla damla akar.
Birikir, sonra bir gümüş göl olur.
Arayan hakki en sonunda bulur.
Merhum TÜRKEŞ, bir iman ve ahlak abidesiydi. O, “Türk milletine Bizans’tan geçme gevşeklik, laubalilik, dedi -kodu, fitne fesat, terbiyesizlik, birbirini beğenmemek, sır saklamamak, rastgele laf söylemek gibi kötü huy ve hastalıklara şiddetle karşı çıkar ve “benimle dava arkadaşlığı edecekseniz; her şeyden önce yüksek vasıflı Türk olmaya mecbursunuz” derdi. Sözün ayağa düştüğü, yüksek vasıflı Türklerin azaldığı bir dönemde, Başbuğumuzun bu sözleri her ülkücünün kulağına küpe olmalıdır.
Türkeş’e göre, “Ülküler adım adım gerçekleşir. Ülkülerin gerçekleşmesi yolunda bir takım hedefler vardır. Türk tarihinde bu hedefler her zaman olmuştur ve “Kızılelma” sözüyle ifade edilmiştir. “Kızılelma” ülkü yolunda kat edilmesi gereken mesafeyi, alınması gereken hedefi gösterir. Ülküler bir insanın ömrü içinde gerçekleşmeyebilir. Fakat milletin hayatı içinde bu hedeflere varılabilir. Şunu hatırdan çıkarmayınız ki, ülküsüz insan çamurdan farksızdır” (Türkeş, 1978, s.146).
Türkeş, Türkçülük hakkında bilgiler verirken, “Türkçülüğün, Hıristiyan ve Musevî bütün yabancı unsurların Türklere karşı gösterdikleri sistemli ve nankörce bir düşmanlıktan ve hıyanetten dolayı, Türklerin kendi vatanlarını korumak kaygusundan doğduğunu” (Türkeş,1978, s.154) belirttikten sonra Türkçülüğün ne gibi bir mana ifade ettiğini ve doğuş sebeplerini açıklamıştır:
“Osmanlı tarihine şöyle üstün körü bir göz atıldığı takdirde görülür ki, hiçbir zaman devletin siyasetinde ve Türk sosyal hayatında şovenizme varan bir milliyetçilik hâkim olmamıştır. Değil yalnız küçük memuriyetlere, sadrazamlık gibi en yüksek makamlara bile her soydan insanlar getirilmiştir. Tanzimat’a kadar yurt içerisinde diğer dinlere ve milliyetlere karşı, o devirlerde hiçbir memlekette bulunmayan ve aşırı sayılabilecek bir müsamaha hâkim olmuştur… Türkler ancak, gösterdikleri sonsuz müsamahalardan ve lütuflardan sonra gördükleri sitemli düşmanlık ve hıyanetlere karşı bir reaksiyon göstermek zorunda kalmışlardır. Türkçülük ve Türk milliyetçiliği, Yunan, Bulgar, Sırp, Ermeni, Arnavut, Arap ve diğer unsurların milliyetçilik ve ayrılık duygularının tesiri altında, bir nefis koruması gayesi ile meydana gelmiş ve hiçbir zaman haksız ve tecavüzkâr olmamıştır (Türkeş, 1978, s.155).
Türk milliyetçiliği hareketinin merhum lideri Alparslan Türkeş; Türkçülük ve milliyetçilik anlayışımızı aşağıdaki şekilde açıklamıştır:
“Türkçülük, milliyetçilik anlayışımız; manevi şuurlanmaya dayanır. Bu temel üzerinde Türklük şuuruna erişmiş, samimi olarak ben Türk’üm diyen herkes Türk’tür. Türkçülük ve Türk’ün tayininde, sapık ölçülere özellikle mezhepçiliğe, coğrafyacılığa, laboratuar ırkçılığına inanmıyoruz. Başka milletleri küçük gören, dünya barışını tehlikeye koyan antropolojik ırkçılık Türk Milliyetçilik ülküsünün dışındadır. Milliyetçilik anlayışımız, maneviyatçı, akılcı, demokratik, çağdaş bir milliyetçiliktir. Nazist Hitler ırkçılığının komünist ırkçılığın, her türlü antidemokratik, insan sevgisine dayanmayan emperyalist ırkçılığın karşısındayız (Türkeş, 1978, s.59).
“Türk Milliyetçiliği ne demektir? Türk Milliyetçiliği, Türk Milletine karşı beslenen derin sevgi, bağlılık duygusunun, müşterek bir tarih ve müşterek hedeflere yönelme şuurunun ifadesidir. Türk Milliyetçiliği insani duygularla beslenen bir anlayıştır. Türk Milliyetçiliği kin ve garazı esas almayan, sevgiyi esas alan bir düşünce tarzıdır. Milliyetçilik; milletini sevmek, vatanını sevmek ve milletinin tehlikelere karşı korunması için her fedakârlığı göze almak duygusu ve düşüncesidir (Türkeş, 9 Işık, s.88).
Türk Dünyasının yetiştirdiği en önemli bilge lider ve devlet adamlarından birisi olan Türkeş’e göre; Türk Birliği ülküsü, yeryüzündeki bütün Türklerin bir millet ve devlet halinde, bir bayrak altında toplanması ülküsüdür. Bunun tahakkuku, bazı kimselere ilk bakışta imkânsız gibi görünebilir. Birçok kimseler bunu zararlı bir hayal (ütopi) olarak da vasıflandırabilir. Fakat unutmamak lazımdır ki, her hakikat önce hayâl ile başlar. Yine hatırlatmak gerektir ki, 1919 yılında hür ve müstakil bir Türkiye kurmak için Anadolu’da dünyanın galiplerine karşı savaşa girişmek de çılgınlık ve hayâl diye vasıflandırılmıştı. Fakat inanmış ve kendilerini bir ülküye vermiş olanlar, yurdu kurtarmaya ve müstakil bir Türkiye meydana getirmeğe muvaffak oldular. Türk birliği de sistemli çalışmak, fırsat kollamak ve her şeyden önce Türkiye’yi korumak ve yükseltmeğe çalışmak suretiyle bir gün elbet hakikat olacaktır (Türkeş, 1978, s.156). Böyle bir ülkü, halka ve bilhassa gençliğe heyecan ve hız kaynağı olur ve Türkiye’nin kalkınması için daha çok çalışmayı sağlar. Sonra Ruslar “Panislavizm” İslâv Birliği, Almanlar “Pancermanizim” Cermen Birliği, Araplar, Arap Birliği, Yahudiler, Yahudi Birliği, Yunanlılar, “Enosis” diye Kıbrıs’ı isteyerek Yunan Birliği peşinde koşarken, Bulgarlar, Bulgar Birliği diye Makedonya ve Trakya üzerinde boş iddialarda bulunurken Türklerin (o zamankı sayı ile) 150 milyonluk kendi öz kardeşleri arasında bir birlik kurmak istemeleri neden günah sayılıyor? Her millet için millî birlik kurmak mukaddes bir hak kabul edildiği halde, bu hak neden Türkler için tanınmasın? (Türkeş, 1978, s.158).
Tarihi Türk Devlet Felsefesine ve Türklerdeki tek devlet anlayışına dikkat çeken Türkeş’ göre: “Türkler tek devlet fikir ve tatbikatına en erken erişmiş bir millettir. Millet ve milliyet şuuru, bölgecilik, aşiretçilik, mezhepçilik gibi meselelerin daima üstünde olmuştur. Hattâ Türklerin, Asya, Avrupa ve Afrika’da büyük imparatorluklar kurduğu çağlarda bile devlet yine de tek olarak kabul edilmiş, Doğu’daki “Karakurum Han” bütün Türk âleminin büyük hakanı sayılmıştır. Fatih’in İstanbul’u fethini müteakip büyük hakanalık Batı’ya geçmiştir (Türkeş, 1978, s.123). Türkler Kostantiniyye Polis’i Feth edince adına “AKKURUM” demişlerdir.
Orhun nehrinin kaynaklarını içine alan bütün ova, dağ ve ormanlar Eski Türklere göre kutsaldı. Cengiz Han döneminde bu bölgeye “Karakurum” adı verilmiştir. Hun Türklerinin başşehri “Ejderler Şehri”, Göktürklerin başkenti “Ötüken”, Uygur Türkleri’nin başkenti “Ordubalık”, Cengizhan’ın başkenti “Karakurum” hep bu bölge içinde kurulmuştur. Bu günkü Moğolistan sınırları içerisinde yer alan Karakurum bölgesi, Orhun Yazıtlarının da içinde bulunduğu “Ötüken Bölgesi” veya “Orhun Bölgesi”, coğrafi ve stratejik konumu sebebiyle tarihin her döneminde Türk kağanlıklarının ve İmparatorluklarının merkezi olmuş ve bu bölge kutsal sayılmıştır. Eski Türk inanışına göre, Ötüken/Karakurum bölgesine hanlık otağını dikmeyenler Orta Asya’daki Türk boylarını etrafında toplayamıyorlardı. Ebedi bir devlete sahip olmak için devletin merkezi mutlaka Ötüken olmalıydı.
Türkeş’in Türk Cihan Hâkimiyeti, Nizâm-ı âlem ve Türklerin dünya barışına ve medeniyetine katkıları hakkındaki görüş ve düşünceleri ise şöyledir:
“Türk milletinin insanlık tarihinde ve medeniyet hayatında daima üstün bir yeri ve vazifesi olmuştur. Türk milleti içine kapanık, cihan ve insanlık bütünlüğünden tecrid edilmiş bir hayata hiçbir zaman iltifat etmemiş, cihan şümul bir hayatı kıt’alar üzerinde “Cihan Devletleri” kurarak yüzyıllar boyu sürdürmüştür. Yoğun bir medeniyet kuruculuğu ve taşıyıcılığı yapılmış hak, adalet ve nizam fikri, teşkilatçılık üstünlüğü ile insanlığın hayatına daima müspet yön verilmiş mutluluklar sağlanmıştır. Milletimizin seciyesindeki saklı bulunan Yaratıcı Kudret’in lütfu olan meziyetler, Türk milletini her engeli aşmaya, her zorluğu yenmeğe yeterli kılmaktadır. “Türklük beşeriyet için müspet ve ilâhi bir misyona sahiptir. Bu günkü gençliğin milli şuurla uyanarak titreyip kendine dönmesi Türk milletini yeni bir geleceğe doğru uçuracaktır” (Türkeş, 1978, s. 77-78).
Tarihte 8 büyük “Cihan devleti” nin 3’ü Türkler tarafından kurulmuştur. Bunlar”Cengiz İmparatorluğu”, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu” ve Osmanlı İmparatorluğu” dur. 8 imparatorluk kuran 5 milletten biri olan Türkler, tek başına 3 imparatorluk kurduğu halde, onları 4’ü ancak 5 imparatorluk kurabilmişlerdir (Türkeş, 1978, s. 162). Bu listeye, Saka-iskit, Asya Hun, Avrupa Hun, Gök-Türkler, Timurlular, Gazneliler, Memluklüler gibi büyük devlet ve imparatorlukları da dâhil edebiliriz.
Türk devletinin ilkesi ve Türk milletini ülküsü Cihan Sulhu ve Nizam-ı âlem temininde tecellî etmiştir. Nizam, adalet ve barış ülküsü ile cihad eden bir millet şüphesiz başka kavim, din ve ırklara düşmanca davranmazdı, onun için de davranmamıştır. Katliam (Jenosit) Türk tarihinde mevcut değildir. İspanya’dan kovulan Yahudi, ülkesini kaybeden Polonyalı, mezhebi horlanan Rus (Malakan) Osmanlı Türk devletine sığınmış, himaye ve adalete mazhar olmuştur. Böyle bir tarihin eseri olan Türk cemiyetinde başka din veya ırka mensup kimseleri imha etmek gibi bir düşüncenin tatbiki mümkün değildir (Türkeş, 1978, s.124).
Hedef Batı Medeniyeti Değil Türk-İslâm Medeniyeti’dir
Türkeş, yönünü Batı’ya sırtını Doğu’ya dönenlere, teslimiyetçi bir politika takip edip, yabancılardan yıllarca emir ve icazet alanlara karşı durmuş ve şöyle seslenmiştir:
“Hedefimiz Batı medeniyeti değil, Türk-İslam medeniyeti ve cihan tekniğidir. İlim ayda da olsa gidip alacağız. Fakat Türk-İslam Medeniyetinden ebediyen ayrılmayacağız. Unutmayınız ki, omuzlarımızda Türk milletinin yüce kaderini, Türk milleti de insanlığın kaderini taşıyor. Bunun için ecdadımız, asırlarca Nizam-ı Âlem Ülküsüne gönül, kafa ve kan vermişlerdir (Türkeş, 2018, 9 Işık, s.279).
Hak, Kuvvetlinin Değil, Haklınındır
Her türlü emperyalizme, komünizme, faşizme, insanın insanı sömürmesi demek olan kapitalizme, haksızlığa ve zulme karşı savaş açan Türkeş her zaman haktan ve adaletten yana olmuş lekesiz ve gölgesiz bir adalet anlayışının yurtta ve dünyada tesis edilmesini savunmuştur. Dünya üzerindeki milletler mücadelesine dikkat çeken Türkeş’e göre:
“Milletlerin birbirinden merhamet ve şefkat umarak yaşamaları mümkün değildir. İnsanlar gibi milletler de kendi güçlerine ve kendi çalışmalarına güvenmek zorundadırlar. Bir milletin çıkarlarını koruyabilmesi ve kendi insanlarını refahlı, huzurlu, güven içinde yaşatabilmesi her şeyden önce, kendisinin çalışmasına ve güçlü olmasına bağlıdır. Dünya üzerinde çok eskiden beri hüküm sürmüş olan ilke ve kanun bu gün de yine hüküm sürmektedir. Bu ilke, bu kanun milletler arası münasebetlerde “Hak kuvvetlinindir” kanunudur. Haklı olanın kuvveti yoksa hakkını alması, hakkını saydırması mümkün olmamaktadır. Eski çağlarda da mümkün olamamıştır. Bugünkü dünya üzerinde de mümkün değildir (Türkeş, 1978,25).
Dünya Nizâmı Ancak Hak ve Adâletle Sağlanır
Âlemin nizamının –Nizâm-ı âlem’in ve dünya barışının ancak hak ve adalet üzerine inşa edileceğine dikkat çeken Türkeş, bu konuda şu görüşlere yer vermiştir:
“Biz her şeyden evvel hakka, adalete saygılı ve hakkın, hukukun hâkim olacağı bir toplum düzeni istediğimiz gibi, hakkın, hukukun ve adaletin gölgesiz bir şekilde hüküm süreceği bir dünya nizamı kurulmasını da istemekteyiz. Bütün milletlere, bütün insanlara sadece hak, hukuk ve adalet esasları ile muamele sağlayacak münasebetleri bu esasa göre yönetecek bir düzenin kurulmasını istemekteyiz. Böyle bir düzenin gelmesini dilemekteyiz. Fakat bizim bu iyi niyetlerimiz, bu iyi dileklerimiz, bu gün yeryüzünde hükmünü icra etmekte olan hak kuvvetlinindir ilkesini değiştirmeye yetmemektedir. Bunu değiştirebilmemiz için de millet olarak bizim güçlü, sözünü gerektiği zaman her yerde kabul ettirebilecek bir varlık haline gelmemizle ancak mümkün olur” (Türkeş, 1978, 28-29).
Adâleti Çiğneyen İnsâniyeti Çiğnemiş Olur
Bilge lider Türkeş, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yargılanmış olduğu 12 Eylül mahkemelerinde bile susmamış ve zulme karşı adaleti savunmuştur:
“İslâmî, insanî, millî ve medenî bir prensip olarak milletimizle birlikte biz iman etmişizdir ki adâlet mülkün temelidir. Zulme sapan, adâlete gölge düşüren, mülkün, yani devletin temellerine dinamit koymuş olur. Adâleti çiğneyen insaniyeti çiğnemiş olur, İslâmiyet’i çiğnemiş olur! Zulüm ve adâletsizlik her şeyden önce Allah’a isyandır. İnancı olmayanlar, kalbi mühürlü ve küfürle kararmış olanlar bilmeseler ve inanmasalar da büyük Türk milleti böyle bir isyanı bağışlamaz. Türk milletini zulümle idare etmenin, adâletsizliğe razı ve ram etmenin imkânı yoktur. Milletimizden aldığımız bu ilham ve inançladır ki biz, her zaman ve her yerde “lekesiz ve gölgesiz bir adâletin” savunucusu olmuşuzdur. Mücadelesini yaptığımız değerlerin başında “lekesiz ve gölgesiz bir adâlet” şiarı yer almıştır. Hakka riayet ve adâletle hükmetmek de şahıslarımızı çok aşan, millî ve ilahî bir mesuliyet davasıdır. Huzur-u ilahîye yüz akıyla çıkmaktan başka bir endişeye gönlümde yer yoktur. Hiçbir beşerî kudret önünde eğilmem. Kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyacım yoktur. Sözüm, tenkidim, talebim yalnız mülkün temeli olan adâlet namınadır, yalnız milletim ve devletim içindir” (Sarı, 2016, s.70-71).
Bilgi Toplumunu Hedeflemişti
Başbuğ Türkeş’in hedefi; Türk Milleti’ni çağlar üzerinden sıçratarak, ilimde, teknikte, ahlakta ve maneviyatta bütün milletlerin en ön safına geçirmekti.
Türkeş, bilime teknolojiye, bilimsel çalışmalara çok büyük bir önem veren bir liderdi. Onun içindir ki “ ilimciliği “ beşinci ilke, “Gelişmeciliği“ de sekizinci ilke olarak “DOKUZ IŞIK“ doktrinine koymuştur. Başbuğumuz, endüstriyel ve teknolojik alandaki gelişmelere de ayrıca önem verdiği içindir ki Dokuz Işık doktrininde “İlimcilik“ ilkesi olduğu halde başlı başına bir ilke olarak “Endüstri Ve Teknikçilik” te yer almıştır.
En büyük yatırımın insana yapılan yatırım olduğunu bilen Türkeş, “Bilgi Toplumu“ olmanın yolunun bilimsel ve teknolojik gelişmelerden geçtiğini biliyordu. 1960 ihtilalından sonra beş buçuk aylık Başbakanlık Müsteşarlığı döneminde “Türkiye Bilimsel Araştırmalar Kurumu“ (TÜBİTAK), “Atom Enerjisi Kurumu“, “Türk Standartları Enstitüsü “ (TS ), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Türk Kültür Ocakları gibi milli kuruluşlar O’nun eseridir. O, bilgi toplumuna ulaşmak için eğitilmiş insan sayısının hızla çoğalması ve bilgi araçlarının yaygın olarak kullanılmasının gereğine inanıyordu.”
Hak, Hakikat Yolu Allah Yolu’na Çağırmıştı
Türk milletini hak yoluna, hakikat yoluna çağıran ve hareketin adını “Yeniden maneviyata dönüş olarak“ ilan eden Alparslan Türkeş, medeniyetlerin para ile değil, ilimle, imanla, ahlakla kurulduğuna ve medeniyetlerin parasızlıktan değil; ilimsizlik, imansızlık ve ahlaksızlıktan çöktüğüne dikkat çekmiş ve Türk milletini Allah yoluna çağırmıştır:
“Türk Milliyetçiliği ne demektir? Türk Milliyetçiliği, Türk Milletine karşı beslenen derin sevgi, bağlılık duygusunun, müşterek bir tarih ve müşterek hedeflere yönelme şuurunun ifadesidir. Türk Milliyetçiliği insani duygularla beslenen bir anlayıştır. Türk Milliyetçiliği kin ve garazı esas almayan, sevgiyi esas alan bir düşünce tarzıdır. Milliyetçilik; milletini sevmek, vatanını sevmek ve milletinin tehlikelere karşı korunması için her fedakârlığı göze almak duygusu ve düşüncesidir(Türkeş, 1978, s.88). Bunu da şu şekilde özetlemiştir. “Her şey Türk Milleti için, Türk Milleti ile beraber ve Türk Milletine göre sözleriyle özetlenebilecek, Türk Milletine bağlılık, sevgi ve Türkiye Devletine sadakat ve hizmettir” (Türkeş, 1978, s.16).
9 Işık kitabının 59 sayfasında da ırkçılığa şiddetle karşı olduğunu şöyle söylemektedir:
“Türkçülük, milliyetçilik anlayışımız; manevi şuurlanmaya dayanır. Bu temel üzerinde Türklük şuuruna erişmiş, samimi olarak ben Türk’üm diyen herkes Türk’tür. Türkçülük ve Türk’ün tayininde, sapık ölçülere özellikle mezhepçiliğe, coğrafyacılığa, laboratuar ırkçılığına inanmıyoruz. Başka milletleri küçük gören, dünya barışını tehlikeye koyan antropolojik ırkçılık Türk Milliyetçilik ülküsünün dışındadır. Milliyetçilik anlayışımız, maneviyatçı, akılcı, demokratik, çağdaş bir milliyetçiliktir. Nazist Hitler ırkçılığının komünist ırkçılının, her türlü antidemokratik, insan sevgisine dayanmayan emperyalist ırkçılığın karşısındayız (Türkeş, 1978, s.59).
Milliyetçilik, Türkçülük anlayışını Türkeş, manevi şuurlanmaya dayandırmakta ve maneviyatçılığa büyük önem vermektedir (Türkeş, 1975,s. 2.).
Gücümüzü İslâmiyet’ten Aldık ve Almaya Devam Edeceğiz
Türkeş, Türk Milleti’nin güç kaynağını, bin yıldan beri kabul edip benimsediği ve bayraktarlığını yaptığı İslam Dini’nde görmektedir. Türk Milleti’ni meydana getiren fertlerin yaşama felsefesine ve ahlâk görüşüne İslam’ın yön verdiğini, İslam’ın hakiki çehresi ve yüksek prensipleriyle ele alınmasının, Türklüğe yeni bir güç ve hız vereceğini vurgulamaktadır. Türklükle İslamı birbirine zıt veya düşman görmenin Türk Milliyetçiliği ve İslam için zararlı olduğuna dikkat çekmekte; ikisini birbirinin karşısına çıkaran insanların ya bilgisiz ya gaflet içinde veya Türk Milleti’ni yıkmak isteyen kötü emellerin hizmetçisi olduklarını belirtmektedir (Türkeş, 1975, s. 34; Türkeş, 1978, s 180).
Medeniyetler Para İle Değil İlim ve Ahlakla Kurulur.
O, İslam dininin Türk Milleti için önemini her vesileyle ortaya koymakta, Türk Medeniyeti’ndeki yerine dikkat çekmektedir. Selçuklularda olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yayılış felsefesinin Türk Milleti’nin hasletleriyle İslam’ın faziletine dayandığını belirtmektedir (Türkeş, Temel Görüşler, 39.). Bu görüşle O, İslam’ın hem Selçuklu Medeniyeti’nde, hem de Osmanlı Devleti’nin temel felsefesinde İslam’ın önemli yerini vurgulamış olmaktadır. O’na göre; medeniyetler para ile değil, ilimle, imanla, ahlakla kurulmakta; medeniyetler parasızlıktan değil ilimsizlik, imansızlık ve ahlaksızlıktan çökmektedir (Türkeş, 1975, s. 1, 7, Türkeş, 1978, s. 184.).
Türkeş, Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalımın sebeplerinin başında ahlaki buhranı ve toplumu saran manevi boşluğu görmekte; Türk Milleti’ni bu boşluktan kurtarmak için nesillerin manevi yönden güçlendirilmesi gerektiği üzerinde durmaktadır (Türkeş, 1975, s. 118-120, 129-130).
Türklük İle İslâmiyet Et İle Tırnak Misâli Birleşmiştir
Türkeş, dinin istismarına ve politikaya alet edilmesine şiddetle karşıydı. O, riyadan ve mürailikten uzak kalarak ibadetlerini yapan; inandığı gibi yaşayan samimi bir Müslüman dı. O’nun İslam’ı samimi bir şekilde ve ihlasla yaşama biçimi hepimize örnek olmalıdır. Kalkınmanın manevi temelini, iman ve ahlaka bağlamakta ve buna siyaset aracı olarak değil, samimi olarak inandığını şöyle belirtmektedir:
“Türklük gurur ve şuuru İslam ahlak ve faziletine, oy toplama endişesi ve siyaset riyakârlığının üstünde kalarak samimiyetle bağlıyız. Türklük gurur ve şuuru ile İslam ahlak ve fazileti, milletimizi meydana getiren manevi unsurların tam ve ahenk içinde birleşmesidir. Maddi kalkınmamız ancak böyle bir yüce temel üzerinde yükselirse bir mana taşır, bir değer kazanır, milliyetsiz bir yükselmenin, ahlaksız bir kalkınmanın imkânı yoktur… Pek az olmakla birlikte, bazı kimselerin milliyetçilikle İslamiyeti çatıştırmağa çalıştıklarını görmekteyiz. Böyle bir tutum yanlıştır, abestir, cahilliktir, şuurlu bir şekilde yapılıyorsa ihanettir, nifaktır. Mücadele farklı, hatta birbirine düşman mefkûreler arasında olur. Hâlbuki Türklükle İslamiyet bin yıldan beri aynı mukaddes potada kaynaşmış, etle tırnak misali ayrılması imkânsız bir hale gelmiştir. Türk Milleti, Müslüman olmakla içtimai nizamın ve dini hayatın en yüce değerlerini kazanmış ve İslam, Türk Milleti ile emsalsiz yiğitlik ve iman aşkına sahip bir mücahit bulmuştur… “Türk müsün, Müslüman mısın?” gibi sorular cehaletten ileri geliyorsa aptalcadır. Aksi takdirde haincedir. Milliyetçiliği reddeden bir “dincilik” anlayışı ve İslamiyet’e düşman bir milliyetçilik anlayışı bize yabancıdır, bizim dışımızdadır” diyordu (Türkeş, 1975, s. 179-180).
Çağrımız İslam İle Dirilişedir
1980 öncesindeki “Çağrımız İslâm’da dirilişedir, Kanımız aksa da zafer İslâm’ın, İslâm’ın bayrağı kanlarımızla yükseliyor” gibi sloganlarımız Türkeş’te aşağıdaki şekliyle kendisini bulmuştur:
“Ben, Türk Milleti’ni, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum. Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası Hak yolu, hakikat yolu, Allah Yolu’na Çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum: Yeniden Maneviyata Dönüş ” (Türkeş, 1978,s. 187). Yolumuz hak ve hakikat yoludur. Bu ülkede teknik üniversitelerin, fen fakültelerinin labarotuvarları ile yüksek ilâhiyat akademilerinin koridorları birleştirilmelidir (Türkeş, 1978, s.188).
Allah’ın Rasûlü Önderimizdir
Türkeş, Dokuz Işık adlı eserinde “Ahlakçılık” ilkesini açıklarken bölümün başına Ahzab suresi 21. Ayetin mealini ve Peygamber Efendimize ait bir hadisi şerifi koymuştur:
“Andolsun ki Allah’ı(n rızasını) ve âhiret gününü(n saadetini) umanlar ve Allah’ı çokça ananlar için Allah’ın Resûlü’nde, sizin için, pek güzel bir örnek vardır” (Ahzab,33/ 21).
“Ben yüksek ahlakı tamamlamak için gönderildim” (hadisi şerif).
Bu ayeti kerime ve hadisi şerif Türkeş’in din ve ahlak anlayışını net bir şekilde açıklamaya yetmektedir.
Allah’ın gönderdiği din olan İslam Hz. Âdem ile başlamış, Hz. Muhammed ile kemale ermiştir. Tevhid dininin (İslam’ın) son halkasını Hz. Muhammed (s.) teşkil etmektedir. Tevhid kelimesinin ikinci bölümü, Hz. Muhammed’in (s.) Allah’ın rasûlü-elçisi olduğuna iman etmektir. Bu inanç, bizi peygamberin örnek ve önderliğinin kabulüne götürür.
Güzel dinimizin iki temel kaynağı vardır. Bunlar Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimizin sünnetidir.
Ashâb–ı kirâm, İslâm dinini, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in şahsı ve onun sözlü veya fiilî tebliğ ve tâlimâtı demek olan sünnetinden meydana gelen bir bütün olarak tanımıştır.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm dini, Kitap ve Sünnet’in ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde anlaşılmış ve yaşanmıştır.
Allah’ın Resûlü Muhammed (sas.), Kur’an’ı yaşama örneği ve onun muallimidir. O’nun hayatı ve sünneti bilinmeden Kur’an gayesine uygun anlaşılmaz. Allah’ı sevmek ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak için de kimseyi değil, ancak prensip olarak O’nu örnek almak Kur’an ifadesidir (Al-i İmran,3/31). O’nun hayatı ve sahih sünneti ortada iken, başkalarını öne çıkarmak veya O’nu devre dışı bırakarak, Allah ile Resûlü’nün ve kullarının arasını açmak, “Peygamber’in görevi yalnız Kur’an’ı getirmektir” demek, Allah’a ve Kur’an’a münafıkça inanmak anlamına gelmektedir.) [bk.Nisa, 4/80]
Hz. Peygamber Allah’ın kulu, elçisi ve İslâm dininin temsilcisidir. Ahlâkı Kur’an’dır. Allah’a inananlar için, dünya ve âhiret işlerinin tümünde en güzel örnek odur (Ahzab,33/21). Söyledikleri ve yaptıkları Allah’ın gözetimi ve izni altındadır. Kur’an’ın örnek uygulayıcısı odur. Kendisinin buyrukları da Kur’an’ın ruhuna uygun olup yalnız kendi zamanıyla kayıtlı değil, bütün zamanlarda geçerlidir. Çünkü ona Kur’an’ı açıklama yetkisi verilmiş (Nahl,16/44) ve hikmet öğretilmiştir. Sağlam kaynaklardan gelmiş hadislerine itibar etmeyip yalnız Kur’an’a dayandığı iddiasıyla Peygamberi sadece bir aracı kabul etmek, kâfirliğin ve dinsizliğin bir köprüsüdür. Çünkü hayat dini olan İslâm, Allah’ın bildirmesi ve Resûlü’nün açıklama ve uygulamasıyla meydana gelmiştir. Âyette beirtildiği üzere Allah’a itaat ve sevgi, Resûlü’ne, onun hadis ve sünnetine uymakla gerçekleşir. Kim de onlara gönül rahatlığıyla teslim olmazsa iman etmiş sayılmaz. [bk. Al-i İmran,3/164; Nisa,4/65]
Türkeş’in vurguladığı ahlak, fazilet, adalet İslam’ın temel ilkeleridir. “Din güzel ahlaktır” (Bkz. Nisa Suresi, 58.) , “Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim” hadislerinde Hz. Muhammed (s.a.v.) ahlak ve faziletin önemini vurgulamıştır. Kur’an’da Allah, emanetleri ehline vermeyi ve insanlar arasında adaletle hükmetmeyi emretmektedir. (Nisa Suresi, 58) Türkeş’in bu tespitleri ve vurguladığı hususlar İslam’ın istediği ve insanları yerine getirmekle yükümlü kıldığı hususlardır. Türkeş, 1980 ihtilalından sonra Sıkıyönetim Mahkemesi’ndeki savunmasında din anlayışını ve inancını ortaya koymaktadır:
“Elhamdülillah inanmış samimi bir Müslamanım, fanilik hissine aşinayım. Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu biliyorum. Şu anda burada bulunuşumuz da, inanıyorum ki her şeyden önce bir kader tecellisidir, ilahi bir imtihandır. Sabır ve şükürle karşılıyor ve bu imtihandan da yüz akıyla çıkmayı bize nasip etmesini Cenâb-ı Hakk’tan niyaz ediyorum. Rahmet ve şaşmaz adalet ümidimiz yalnız Allah’tandır. Ben burada önce Allah’ın huzurunda, sonra tarihin ve milletin huzurunda olduğumun huşuu, mesuliyet ve vakarı içinde konuşacağım. Benim için bir hesap verme bahis konusu ise, o hesabı milletime ve tarihe vereceğim. Türk Milleti’nin vicdanında teşekkül edecek olan hüküm ve tarih hükmü, mahkemenin hükmünden önde gelir. Huzur-u İlahiye yüz akıyla çıkmaktan başka hiçbir endişeye gönlümde yer yoktur. Hiç kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyacım yoktur. Sözüm, tenkidim, talebim yalnız hak ve hakikat namınadır. Yalnız mülkün temeli olan adalet namınadır. Yalnız milletim ve devletim içindir (Türkeş, 1994, s.7).
Türkeş’in çağrısı bu gün de geçerli olup, Çağrımız İslam ile yeniden dirilişedir.
Tarih Türkeş’i Haklı Çıkardı
O’nun en önemli özellilerinden birisi, olayları önceden kestire bilme-İleri görüşlülük özelliğidir. Türk Dünyası ve Sovyetler birliğinin dağılması ile ilgili politikalarda her kesimden en az 50 yıl ileride olmuştur. Başbuğumuzun Türk Dünyası ve Sovyetlerle ilgili politikaları önceden kestiren ve o doğrultuda politikalar üreten tek lider olduğu “Tarih Türkeş’i haklı çıkardı” sözleriyle teyit edilmiştir. Tarih konusunda Türkeş’in haklılığı Rusların Ukrayna’yı işgal girişimi ile bir kez daha ortaya çıkmıştır.
1944 Türkçülük olaylarının savcısı Kazım ALÖÇ, ”Rusya’nın çok güçlü olduğunu, Türkiye’nin gücünün zayıf olması, Türkiye’nin Rusya’nın karşısında durmasının mümkün olmadığı, dolayısıyla Turancılık, Türkçülük fikirlerinin zararlı olduğunu iddia eder. Başbuğ: “Ben bu günkü SSCB’den bahsetmiyorum. Elli yıl sonra SSCB’nin zayıflayacağını, Türk devletinin güçlenmeyeceğini nereden biliyorsunuz” demiştir. Türkeş 1944’lerden 1990’ları, SSCB’nin dağılacağını görmüştür.
Merhum Türkeş, komünizme, kapitalizme, emperyalizme, yolsuzluğa, rüşvete, haksız kazanca, bölgeciliğe ve bölücülüğe karşı amansız bir savaş açmıştı. Türk Milletini bölmek ve parçalamak isteyenler, karşılarında yıkılmaz, yenilmez ve aşılmaz bir engel olarak Merhum Türkeş’i bulmuşlardır. Türkiye’nin iç ve dış düşmanı o kadar çoktu ki, Türkeş bu düşmanların karşısına halkın bir umudu olarak çıkmıştır. O, devlete ve millete yönelik tehditler karşısında “Yavuz bilekli” günlük yaşantısında “Yunus yürekli” bir insandı. O haşin ve sert görünüşünün altında; yumuşak bir kalp saklıydı. O’nun duruşu bile dosta güven, düşmana korku salardı.
Merhum Türkeş, 1960 İhtilalı’nın içinde bizzat yer almış, 12 Eylül 1980 ihtilalının acılarını bizzat hissetmiş ve yıllarca hapis yatmış bir insan olarak demokrasiyi ve meşuriyeti her zaman savunmuş ve.”En kötü demokrasi en iyi dikta rejiminden daha iyidir” demiş ve demokrasiyi askıya alan yöntemlere ve askeri müdahalelere sonuna kadar karşı çıkmıştır.
Türkeş, hoşgörülü, uzlaşmacı ve uzlaştırıcı, milli menfaatleri parti menfaatlerinden önde tutan siyaset anlayışı ile, demokratik kültürün en güzel örneklerini veren ve her siyasetçi tarafından örnek alınacak bir siyaset ve devlet adamıydı.
Alpaslan Türkeş, “Türk Ülküsü -Turancılık-Kızılelma” geleneğini Türk siyasi hayatının ve milletin gündemine yerleştirmeyi hedeflemiştir. Bir bakıma, teorinin pratiğe aktarılmasının çarelerini aramışlardır. Türkeş “ülkü ile Kızılelma arasında şöyle bir bağlantı kurmaktadır: “Ülkülerin gerçekleşmesi yolunda bir takım hedefler vardır. Türk tarihinde bu hedefler her zaman olmuştur ve “Kızılelma” sözü ile ifade edilmiştir. Kızılelma, ülkü yolunda kat edilmesi gereken mesafeyi, alınması gereken hedefi gösterir. Ülküler bir insanın ömrü içinde gerçekleşmeyebilir. Fakat milletin hayatı içinde bu hedeflere varılabilir” (Türkeş,1978, 146).
İşte ruhunda Kızılelma’yı kristalleştirerek yaşayan Türk Milletinin bu yüzden temel karakterinin “dışa dönük” olması ve “cihan devleti” arayışı olduğu (Türkeş 2000: 165) tespitinden hareketle “Türk Birliği” fikrini öne çıkaran Alpaslan Türkeş, bu yolda macera aramak yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık ve dirliğinin öncelenmesi gerektiğini özellikle vurgulamaktadır:
“Türkiye’nin bugünkü sınırları dışında kalan ve diğer Türklerle ilgilenmek ve onların iyiliği için, kurtuluş ve selameti için elinden geleni yapmaya çalışmak Türk milliyetçiliğinin kutlu bir vazifesidir. Ancak bu vazifenin yapılmasında ön bir şart bulunduğunu hiçbir Türk asla hatırdan çıkarmamalıdır. Bu da Türkiye dışındaki Türkler için yapılacak yardım ve hizmetlerin Türkiye Cumhuriyetine hiçbir zarar vermeden yapılması şartıdır. Türklüğün, biricik bağımsız devleti ve Türkçülük ülküsünün dayanağı olan Türkiye Cumhuriyetini her çeşit zarardan korumak, Türk milliyetçiliğinin temel ilkesidir” (Türkeş 1978: 91).
RUSLARLA ÇARPIŞMAMIZ KAÇINILMAZ BİR KADERDİR
Türkeş, Rusya’ya ve Rus Çarı Deli Petro’nun “Sıcak denizlere inmek” konusundaki vasiyetine dikkat çekerek; “Rusya, Çarlık devrinde, dünya hâkimiyetini kurmak, sıcak deniz ve iklimlere sahip olabilmek için kendisine ülke ve milliyetiyle büyük bir engel olan Türkleri ortadan kaldırmak amacıyla, bize 13 defa savaş ilan etmiştir. Dünya hâkimiyetini kurmak, Türkiye’yi ortadan kaldırmak amacı, 1917 komünist ihtilalından sonra da, Sovyet hükümetleri tarafından takip edilmiş, 1945’de ülkemizden toprak (Kars, Ardahan, Marmara Boğazlarında üs) istendiği gibi, Ankara’da kendisine dost ve güvenilir bir hükümet de istenmiştir (Türkeş, 1978, s. 130-131) diyerek gelecek nesilleri Rus tehlikesine karşı uyarmıştır.
Bölgemizde Rusya ile yaşanmış, halen yaşanmakta ve gelecekte de yaşanacak olan mücadeleye dikkat çeken Türkeş bu konuda tarihi uyarısını şöyle yapmaktadır:
“Biz Türk birliği ülküsünü yine şanlı bir bayrak gibi göklere yükselterek taşıyoruz. Bu ülkü her zamandan daha ziyade, bu gün Türk milleti tarafından daha önemle anlaşılmaktadır. Moskoflarla çarpışmamız kaçınılmaz bir kaderdir. Onların doymak bilmez hırsları, kendi başlarını yiyecektir. Girişeceğimiz savaşta onları mutlaka yeneceğiz. Çünkü biz Türklüğün ezeli ve ebedi hakları için döğüşeceğiz. Çünkü biz “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolası ile çarpışacağız (Türkeş, 1978, s.159).
Merhum Bilge liderimiz Türkeş’in, Rusya konusundaki tespit ve uyarılarındaki haklılığı bu gün Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Yarın Rusya’nın aynı şekilde bizden de toprak istemesi ve Türkiye’ye saldırması her zaman ihtimal dâhilindedir.
Biz komşumuz Rusya ile gerek bölge barışı, gerekse dünya barışı ve karşılıklı hak ve menfaatlerimiz açısından çatışmadan ve savaştan yana değiliz. Barıştan ve karşılıklı iyi ilişkiler kurulmasından yanayız. Bölgemizde iki millet arasında çıkacak her türlü sıcak savaşın ve mücadelenin iki milletin de zararına olacağına inanıyoruz. Onun için bizim Rusya’ya tavsiyemiz. Türk Dünyası arasında oluşturulmak istenen her türlü birlik ve dayanışma girişimlerine saygı duyması, Türkiye ve Türk Dünyası ile iyi ilişkiler kurmasıdır. Fakat bunun yanında başta Rusya, Fransa, İngiltere, Yunanistan, ABD ve Çin olmak üzere Türk’e ve Türk Devletlerine düşmanlık güden ve güdecek olan devletlere karşı her zaman hazırlıklı olmalıyız.
İktidar Olmayan Hiçbir Fikir Başarıya Ulaşamaz
Türk Birliğini kurulması için her şeyden önce başta Türkiye olmak üzere diğer Türk devletlerindeki idareci ve iktidarların bu fikre inanması ve inanan insanlardan oluşması gerekir.
Türkiye’de Milli Ülkünün, Türk milliyetçiliği fikrinin ve Milliyetçi Hareketin çeşitli hile ve desiselerle ve askeri darbelerle iktidar olmasına engel olunduğuna dikkat çeken Türkeş, Türk milliyetçiliğinin temel meselesinin iktidar olmak olduğunu belirtmiştir:
“Bu gün Türk milliyetçiliğinin temel meselesi iktidar olmaktır. İktidar olmayan hiçbir fikir hedefine ulaşamaz. Salonlarda konuşulan bir fantezi halinde kalır. Zaten, milletin kaderine yön vermek iddiasında bulunan fikir sistemlerinin, iktidar olmaktan kaçınması, kendi içindeki bir çelişkinin ifadesinden başka bir şey değildir” (Türkeş, 1978, s.151).
Cumhur İttifakı’nın Temellerini Türkeş ve Erbakan Atmıştı
Ülkücülerin merhum lideri Türkeş, Peygamber Efendimizin buyurmuş oldukları “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır” hadisi şerifini dilinden düşürmez hem Türk milletini hem de ülkücüleri bir ve beraber olmaya çağırır ve ilan ettiği “Gönül Seferberliği” ile MHP çatısı altında toplanmaya çağırırdı. I. Milliyetçi Cephe ve II. Milliyetçi Cephe hükümetlerinde yer alışı, 1991 yılında Refah Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile seçim ittifakı yapması hep O’nun birlik anlayışının göstergeleridir. Türkeş, bu günkü Cumhur İttifakı’nın temellerini merhum Necmeddin Erbakan ile 1991 yılında atmıştı.
Partiler arasında ittifak kararı alınınca görüşmeleri Refah Partisi adına Oğuzhan Asiltürk, MÇP adına ise Devlet Bahçeli yürütmüştü.
ÜLKÜCÜLER MUTLAKA BİRLİK OLMALI
Türk ve İslam dünyasının geleceği, Türkiye’nin birliği, gücü ve kuvveti ile; Türkiye’nin birliği ise Türk milliyetçileri ve Ülkücülerin birliği ile doğrudan alâkalıdır.
Türk milliyetçileri-Ülkücüler her hal ve şartta birlik olmaya mecburdurlar. Bu millî bir görev olduğu kadar aynı zamanda tarihi bir hakikattir. Ülkücülerin birliği demek Türkiye’nin ve Türk dünyasının birliği ve dirliği demektir. Ülkücüleri bölmeye yönelik her hareketin hedefinde ‘ Türkiye’yi bölmek düşüncesi vardır. Bu gerçekten bir an bile olsa gaflette bulunmak aziz şehitlerimize, Türkiye’nin ve Türk Dünyası’nın geleceğine ihanettir. Bunun yanında Türk Birliği’nin kurulması için bütün Türk devletlerindeki idarecilerin ya Türk Milliyetçisi, olmaları ya da Türk Milliyetçilerinin iktidar olmalarından başka çıkar yol yoktur.

KAYNAKLAR:
Türkeş, A, (1975) Temel Görüşler, Dergâh Yayınları
Türkeş, A. (1978). Dokuz Işık, İstanbul: ÜL-KOR Kitap Evi.
Türkeş, A. (1994), Savunma, İstanbul: Hamla Yayınları.
Türkeş, 2018, 9 Işık,
Sarı, İ. (2016). Başbuğ Alparslan Türkeş: Türk Milliyetçilerinin Ölümsüz Lideri, Antalya: Nokta Ekitap Yayınları.