BAHÇELI: PKK DOLMABAHÇE DE, BAŞBAKANLIK’ TA, TBMM’DE, SOKAKTA
MHP Genel Merkezi’nde basın toplantısı düzenleyen Bahçeli, Fenerbahçe ve Beşiktaş’a ceza veren UEFA’nın tüzel ve gerçek kişi ayrımı gözetmediğini belirterek:
Bahçeli ayrıca “Çünkü caninin fikirleri, hedefleri 63 bedene bölüştürülmüş, 63 ayrı zihne yerleştirilmiştir. PKK’nın da Kandil’den inmesine gerek yoktur. Zira PKK Dolmabahçe Sarayı’ndadır, Başbakanlık’tadır, TBMM koridorlarındadır, üniversitelerdedir, sokaklardadır, meydanlardadır, şehirlerdedir, belediyelerdedir” dedi.
MHP Lideri Bahçeli parti genel merkezinde bir basın toplantısı düzenledi.
Bahçeli’nin açıklamaları şu şekilde:
Değerli Basın Mensupları,
Muhterem Dava Arkadaşlarım,
Haftanın bu ilk gününde hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.
Bugün sizlerle ülke gündeminin üst sıralarına yerleşerek milletimizi kaygıya sevk eden son gelişmeler hakkındaki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Bu maksatla düzenlediğimiz basın toplantımıza hoş geldiniz.
UEFA Disiplin Kurulu’nun asırlık futbol kulüplerimizle ilgili aldığı önyargılı ve inandırıcılığı tartışmalı kararlarlarıyla birlikte, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nda yapılması planlanan değişiklik basın toplantımızda ele alacağımız konular arasında yer almaktadır.
Ayrıca bölücü terör örgütünün artan tahrik ve saldırılarının yanı sıra, süreç ihaneti kapsamında faaliyet gösteren sözde “Akil İnsanlar Heyeti”nin bir rapor halinde kamuoyuna yansıyan zehirli tespit ve teklifleri de üzerinde duracağımız diğer konu başlıkları arasında bulunmaktadır.
Bu çerçevede yapacağım değerlendirmelere geçmeden evvel, Türk milletini derin bir hüzne ve acıya boğan Türkmen kardeşlerimize yönelik sistemli ve süreklilik arz eden tehditlerle ilgili görüşlerimi ana hatlarıyla paylaşmak istiyorum.
Bilhassa Irak Türkmenlerine belirli aralıklarla yapılan kanlı saldırılar çizgiyi ve tahammül sınırlarını çoktan aşmıştır.
Türkmen kanını akıtmakla görevli saldırganlar katliam üstüne katliam yapmaktadır.
Canlı bombalar, suikast timleri, paramiliter gruplar, terör örgütleri, kiralık katiller ve insanlığını yitirmiş tetikçiler hiç ara vermeden ölüm saçmaktadır.
Türkmen kimliği, Türkmen varlığı ve Türkmen şuuru kanlı emellerin hedefindedir.
Filistin’den Myanmar’a kadar uzanan geniş bir coğrafi sahada yaşanan mezalim ve mütecavizlikleri ağzından düşürmeyen Başbakan Erdoğan, sıra Türkmenlere gelince nedense üç maymunu oynamakta, suskun kalmayı tercih etmektedir.
Anlaşıldığı kadarıyla, Türkmenlerin etnik temizliğe tabi tutulup çok vahim baskı ve dayatmalara maruz kalması Başbakan ve hükümeti için önemsiz ve üstünde durulmaya değmeyecek kadar sıradan bir konudur.
Artık Irak Türkmenlerinin dayanacak mecalleri, sabredecek halleri kalmamıştır.
Dört bir koldan sarılmışlar, dört bir cepheden ateş altına alınmışlardır.
Türkmenlerin eritilmesi ve benliklerinden taviz vermeleri amacıyla başta peşmerge terörü olmak üzere, bölgesel ve küresel barbarlar zulüm ittifakında buluşmuşlardır.
Vicdanlı ve insaflı her insanın itiraf ve kabul edeceği gibi, Türkmen kardeşlerimiz hem yalnızlığa itilmekte, hem izole edilmekte, hem de can evinden vurulmaktadır.
Yerlerinden, yurtlarından ve yarınlarından kopmaları için karanlık mahfiller provokasyonlarını sıklaştırmaktadır.
Son bir yıl içinde özellikle Tuzhurmatu’da 30’un üzerinde meydana gelen kanlı saldırılar sonucunda sayıları 500’ü aşan soydaşımızın canından olması bunun bir sonucudur.
Maalesef Kerkük diken üstündedir, Musul sıkıntı içindedir, Telafer’in ufku sislidir, Altunköprü’nün boynu büküktür.
Kısaca Türkmeneli boydan boya belirsizlikler ve talihsizlikler içinde kıvranmaktadır.
Güvensizlik, asayişsizlik, karmaşa ve riskler almış başını yürümüştür.
Irak Merkezi hükümetiyle peşmerge yönetimi arasındaki çekişme, çatışma ve genişleyen çelişkiler, ilave olarak Irak’taki her alana sıçramış kaos görüntüsü Türkmenleri zora sokmuş, sorunlarının yaygınlaşmasına neden olmuştur.
Üzülerek müşahede ediyoruz ki, Bağdat yönetimi Türkmenlerin can ve mal güvenliğini sağlama alma konusunda henüz etkili bir tedbiri devreye koyamamıştır.
Bu durum, görmezden gelinemeyecek kadar dikkate değer bir eksiklik ve zaaftır.
Soydaşlarımızın hayatlarının tehlike altında olmasından dolayı doğdukları yerlerden göçmeleri Türkmen kentlerindeki nüfus yapısının bozulmasına yol açmaktadır.
Kaldı ki, en başta peşmerge yönetiminin istediği de budur.
Asırlara meydan okuyan Türkmen kentlerindeki nüfus dengesinin, soydaşlarımızın aleyhine olacak şekilde değişmesi Barzani ve çetesini biraz daha emellerine yaklaştıracaktır.
Bu gelişmeler Türkiye’yi de çok yakından etkileyecek beka düzeyinde olumsuzluklara sebep olacaktır.
AKP hükümeti, Erbil ile Bağdat arasına sıkışıp kalan Türkmen kardeşlerimizi kaderine terk etmemeli, küresel projelerin zorbalıklarına bırakmamalıdır.
Bunun yanı sıra hükümet, soydaşlarımızın yaşadığı ıztıraplarla ilgili Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası platformlarda temas ve girişimlerde bulunmalı, dikkatleri Türkmenlerin feryatlarına çevirmelidir.
Başbakan Erdoğan Gazze’den önce Kerkük’e, Sana’dan önce Musul’a, Şam’dan önce Tuzhurmatu’ya ve Türkmeneli’nin feryatlarına bakmalı ve samimiyetle yakınlık göstermelidir.
Bu zihniyetin peşmerge yönetiminin ağzına bakarak, çekim alanına kapılarak, tuzağına düşerek Türkmenleri anlaması ve sorunlarına eğilmesi mümkün değildir.
Irak Merkezi Yönetimi Türkmenlerin güvenlik çağrılarına kulak vermeli ve gereğini de acilen yapmalıdır.
Yok eğer güvenliği sağlama konusunda yetersiz kalacaksa, bu durum karşısında Türkmenlerin kendi kendilerini emniyete alacak özel birlik ve mekanizmalar kurmalarına önayak olmalıdır.
Türk milleti soydaşlarının yanındadır.
Türkmen katline ve katillerine karşı infial halindedir.
Herkes yerini ve haddini bilmelidir ki, mavi zemin üzerindeki ay yıldızlı bayrağı soldurmaya çalışanların karşında Türk dünyası tek yürek olacak ve buna izin vermeyecektir.
Milliyetçi Hareket Partisi olarak Türkmen kardeşlerimizin yanındayız ve her daim de böyle kalacağız.
Unutulmasın ki, Kerkük Türk’ün kaderidir.
Tuzhurmatu Türk’tür, Türk olarak yaşayacaktır.
Türkmeneli; Türk’ün şeref tacıdır, iftihar simgesidir ve damarlarında akan tertemiz kanıdır.
Türkmenlik; bayraktır, bağlanıştır, vefadır, tarihtir, kültürdür ve sadakat nişanesidir.
Ve saldırgan niyetler, teröristler, Türkmen kanından geçinen vampirler yaptıklarının hesabını gün gelecek vermek zorunda kalacaklardır.
Türkmen kardeşlerimiz merak buyurmasın, Türk milletinin gözü, gönlü, aklı ve duası kendileriyledir.
Ne Başbakan Erdoğan, ne kardeşi Barzani, ne de bir başkası bu gerçeği değiştiremeyecektir.
25 Haziran günü, Tuzhurmatu’da intihar bombacılarının saldırısına kurban giden Irak Türkmen Cephesi Başkan Yardımcısı merhum Ali Haşim Muhtaroğlu ile Selahaddin Vali Yardımcısı merhum Ahmet Koca başta olmak üzere, bu hunhar hadisede hayatlarını kaybeden tüm kardeşlerimize, son günlerde Doğu Türkistan’da çıkan olaylarda vefat eden soydaşlarımızın hepsine Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.
Unutulmasın ki, nerede bir Türk varsa, nerede Türk ve İslam’a dair bir umut ve hatıra yaşıyorsa, nerede Türk ve İslam keder ve tasa içindeyse Milliyetçi Hareket Partisi manen, kalben ve fikren oralardadır.
Üç Hilalin şaşmayan ve sapmayan yüksek hedefi, tarihi sorumluluğu budur.
Bu bizim aynı zamanda varlık nedenimizdir.
Ve başka türlüsü de düşünülemeyecektir.
Değerli Basın Mensupları,
Muhterem Dava Arkadaşlarım,
Son günlerde en önemli konu başlıklarından birisi de UEFA Denetleme ve Disiplin Kurulu’nun 26 Haziran 2013 günü, iki güzide ve köklü futbol kulübümüz hakkında verdiği kararlar olmuştur.
110 yıllık bir maziden süzülüp gelen Beşiktaş ile 106 yıllık bir geçmişe sahip Fenerbahçe UEFA tarafından haksız ve peşin hükümlerle suçlanmış ve cezalandırılmıştır.
Buna göre Fenerbahçe Futbol Kulübümüz 3, Beşiktaş Futbol Kulübümüz ise 1 yıl süreyle Avrupa kupalarından men cezası almıştır.
Fenerbahçe’nin 3’ncü sezona ait cezasının ertelenerek, 5 senelik denetimle herhangi bir suç unsurunun bulunmaması halinde iptal edileceği kararlaştırılmıştır.
UEFA kararının elbette tartışılacak, sorgulanacak birçok yanı bulunmaktadır.
Değişik müsabakalarda şike yapıldığı ve teşvik pirimi verildiği iddialarının UEFA tarafından tüm yönleriyle, adalete ve hakkaniyete riayet edilerek tetkik ve tahkik edildiğini söylemek zorlama bir yorum olacaktır.
Her şeyden önce UEFA, tüzel ve gerçek kişi ayrımı gözetmemiştir.
Anlayamadığımız taraf, ilk etapta şahıslar ceza almazken, kulüplerimizin niçin ve hangi mantıkla cezalandırılmaları olmuştur.
UEFA Denetleme ve Disiplin Kurulu’nun, görevlendirdiği müfettişten şike ve teşvik pirimi iddialarına adı karışan bazı isimlerle ilgili ilave bir rapor istemesi de yetersiz ve eksik bilgilerle hüküm verildiğine karine teşkil etmiştir.
Bu kararı şike iddialarıyla ilgili ‘kanaat oluştu’ şeklinde anlamlandırmak ise bizim açımızdan gereksiz ve gerekçisizdir.
Madem bazı şahıslarla ilgili şike iddiaları vardır, o halde yaklaşık bir yılı bulan süredir UEFA bunu niçin tespit ve teşhis edememiştir?
Kulüplerimizin itham edilmesi, günahkar gösterilmesi ve sığ yorumlarla güvenirliğinin sabote edilmesi UEFA’nın kolaycı ve kestirme yollara tevessül ettiğinin ayan beyan kanıtıdır.
Bazı kulüp yöneticileri ve oyuncalarla ilgili şüphelerden hareket edilerek Türk futbolunun yüz akı iki kulübümüzün onur ve saygınlığıyla oynamak, prestijlerine zarar vermek bize göre art niyetliliktir.
Elbette mesele yalnızca iki büyük kulübümüzün suçlanması ve hak mahrumiyeti yaşamasıyla sınırlı değildir.
Asıl üzerinde düşünülmesi ve durulması gereken Türk futbolunun ve Türk sporunun da yargılandığı, aşağılandığı ve itibarıyla oynandığı gerçeğidir.
İsviçre’den, Türk futbol kulüplerini ve bunlara gönül veren milyonlarca kardeşimizi rencide etmek miyop ve muğlâk batılı anlayışın ifşasından başka bir anlama gelmemiştir.
Buna da kimsenin hakkı yoktur.
UEFA’nın kararlarında objektif olmadığı, Beşiktaş ve Fenerbahçe’yle birlikte incelediği Romanya’nın bir takımına karşı takındığı tarafgir bakışla da sabitlenmiştir.
Bu iki kulübümüze ceza yağdıran bu kurumun, hemen hemen benzer konuda bir Avrupa takımına sıra gelince yelkenleri suya indirmesi ve sadece 5 yıllık bir denetimle iddiaları savuşturması çifte standardın tescilidir.
Bu gelişmeler ışığında söylemek lazımdır ki, UEFA’nın verdiği karar kesin ve itiraz edilemez olmadığı için şimdi sırayı “Tahkim” aşaması almıştır.
Kulüplerimizin yaptıkları itirazlarının incelenerek doğru ve adil bir karar verilmesi Türk sporunun üzerindeki yükü biraz olsun hafifletecektir.
Türkiye Futbol Federasyonu üzerine düşen sorumluğu yerine getirmeli, kendi sahasında top çevirmemelidir.
Başbakan Erdoğan geçen yılın Mart ayında partisinin genel merkezinde ağırladığı UEFA Başkanı nezdinde gerekli çalışma ve girişimi yapmalı ve iki büyük kulübümüze sahip çıkmalıdır.
Elbette kim şike yapmışsa, teşvik primine kimler tevessül etmişse bulunup haklarında gerekli işlemler yapılmalıdır.
Buna diyeceğimiz bir şey yoktur.
Sporun ruhu, sportmenlik ahlakı da bunu gerektirecektir.
Ancak tüzel kişilerin hedef tahtası yapılmasına müsaade etmemek, iddialar sübut bulmadan, somut bir hal kazanmadan adı geçen kişi ya da kişilerin peşinen suçlu ilan edilmesine engel olmak sorumluluk makamındaki herkesin görevi olmalıdır.
Başbakan Erdoğan meseleye seyirci kalmamalı, Avrupa futbol lobisinin fütursuzluğuna hareketsiz durmamalıdır.
Özellikle Çarşı Grubu’nun muhalif duruşunu bahane ederek en başta Beşiktaş’a ve yöneticilerle sürtüşme gerekçesiyle Fenerbahçe’ye şaşı ve duyarsız yaklaşmamalıdır.
Fenerbahçe ve Beşiktaş’a şike yaftası vurmak, bazı oyuncularını ve yöneticilerini iddialar netlik kazanmadan suçlamak kimseye, hele spor hayatına bir şey kazandırmayacaktır.
Herkes bilsin ki, bu iki kulübümüze yönelik desteğimiz ve sevgimiz hiç azalmayacaktır.
Sayın Basın Mensupları,
Türkiye ara rejim dönemlerinden, askeri müdahalelerden ve demokrasinin sansürlendiği, kişisel özgürlüklerin baltalandığı karanlık yıllardan çok çekmiştir.
Parlamenter sistemin kapısına silah zoruyla kilit vurulması, millet iradesinin cebren tahakküm altına alınması ülkemize hiçbir şey sağlamamıştır.
Daha da önemlisi darbe dönemlerinin sosyal, siyasal ve ekonomik kaynaklı faturası bir hayli ağır olmuştur.
Ara rejimler toplumsal dokuda hala hissettiğimiz ve tedavi edemediğimiz derin hasarlar bırakmıştır.
Darbenin, darbecilerin, darbe teşebbüslerinin engellenmesi adına ilk ve en geçerli çare demokrasinin güçlendirilmesi, siyasi ve demokratik kültürün yaygınlaştırılması ve zenginleştirilmesidir.
Kanun maddesi değiştirerek darbe önlenmiş sayılmayacaktır.
Zaten darbeyi kafasına koymuş darbecilerin hukuka riayet etme gibi bir kaygıları da olmayacaktır.
Hukukta oynamalar yaparak, özel yetkili mahkemeler kurarak, darbeci izi sürerek, ara rejim meraklılarının tamamen caydırılması da söz konusu değildir.
Mühim olan darbeci heveslere ortam açmayacak, fırsat vermeyecek, dayanak olmayacak bir siyasi ve toplumsal yapının varlığını inşa edebilmektir.
Darbe, bizzat adından anlaşılacağı üzere gayri ahlaki ve gayri meşru bir fiil olup hukuksuzluğun ve kural tanımazlığın ta kendisidir.
Bunun için darbecilerin herhangi bir kanunun maddesine sığınarak davranışlarına meşruluk kılıfı geçirme niyetleri, kendilerine görev vehmetme kurnazlıkları asılsız ve uydurma bir uğraştır.
Bildiğiniz gibi, Adalet ve Kalkınma Partisi çok ilginç bir zamanlama ile Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nda bazı değişiklikler yapmak amacıyla harekete geçmiştir.
Hazırlanan kanun tasarısında, özellikle İç Hizmet Kanunu’nun umumi vazifeler başlığı altında yer alan 35’nci maddesiyle birlikte, askerlik tarifini içeren 2’nci maddesinde, askerlerin siyaset yapma yasağını düzenleyen 43’nci maddesinde değişiklik öngörülmüştür.
AKP, 35’nci maddeyi budayarak sözüm ona darbeye hukuki zemin olabilecek mazeretlerin de ortadan kalktığına dönük bir algı ve anlayış tesis etmeye çalışmıştır.
Bu maddede yer bulan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin vazifesi olarak; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak görevi kaldırılmıştır.
Bunun yerine, TSK’ya; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmak görevi yüklenmiştir.
Hükümetin tasarısında iç tehditlerin artık kalmadığı ve tamamen dikkatlerin dışarıya verildiği anlaşılmaktadır.
35’nci maddenin bu yeni hali açıkça PKK’ya ve bölücü çevrelere bir tavizdir.
Oslo’dan İmralı’ya kadar teröre sunulan ödünlerin ileri bir adımıdır.
AKP hükümeti iç tehditlerin bittiğine nasıl ve hangi verilerle karar verebilmektedir?
Terör sorunu sona ermiş midir, bölücülük tehdidi kalkmış mıdır?
Türkiye huzura kavuşmuş, dirlik ve düzene ulaşmış mıdır?
Takdir edeceğiniz üzere, bu sorulara verilebilecek en ufak olumlu bir cevap dahi yoktur.
Nihayetinde İç Hizmetler Kanunu’nda yapılması gündemde olan değişiklik bölücü teröre bir ikramdır, bir ödüldür.
Hükümet sarsıla sarsıla, eğile büküle her gün biraz daha acziyet ve mahkumiyet içinde hainleri memnun etmiş, gönül ve heveslerini okşamıştır.
PKK bastırmış, zorlamış, dayatmış Başbakan ve hükümetinden yeni bir taviz koparmıştır.
Hiç kimse yapılması planlanan bu değişikliği demokrasinin gereği olarak izah etmeye kalkışmamalıdır.
Türkiye’de iç tehdidin sonlandığını söylemek tam bir akıl tutulmasıdır.
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak için tetikte bekleyen mihraklar yeni bir kazanım elde etmişler ve yeni bir aşamaya geçmişlerdir.
Ve tüm bu gelişmeler hükümetin kimlerle emel ve hedef birliği yaptığını bir kez daha alenileştirmiştir.
Askerlik tarifini içeren 2’nci maddenin değişikliğe tabi tutulması da hazmedilmesi ve makul bulunması kolay olmayacak bir gaflettir.
Kanunun mevcut hali askerliği; Türk vatanını, istiklal ve Cumhuriyetini korumak için harp sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiyeti olarak tanımlarken, hazırlanan yeni tasarıda askerlik, yalnızca harp sanatını öğrenmek ve yapmakla sınırlandırılmıştır.
Yani askerliğin mana ve ehemmiyeti sakıncalı şekilde daraltılmıştır.
Milli ve manevi değerlerden soyutlanmış ve sadece harp üzerine bina edilmiş askerlik tanımı, Türk milletine ve Türk devlet felsefesine aşırı ölçüde terstir.
AKP hükümeti için paralı askerlerle, vatan ve millet görevini ifa eden Mehmetçik arasında hiçbir fark kalmamıştır.
Acaba Başbakan ve hükümeti, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yavaş yavaş tasfiye ederek askerlik hizmetini taşeron güvenlik şirketlerine mi devredecektir?
Kutsal vatan nöbetini anlamsızlığa ve boşluğa mı sürükleyecektir?
Millet ordusu olan TSK’yı, parayı bastıranın emrine mi verecektir?
Son değişiklik teklifleri ister istemez bizim aklımıza bu soruları getirmektedir.
Değerli Basın Mensupları,
Muhterem Dava Arkadaşlarım,
Cumhuriyet tarihinin en sancılı dönemini yaşayan Türkiye, AKP sayesinde felaketin kıyısına kadar gelmiştir.
Milli birliğimiz, milli kimliğimiz, bölünmez bütünlüğümüz ve milli varlığımız korumasızlığa ve savunmasızlığa terk edilmiştir.
Başbakan Erdoğan ve bebek katili, kuruluşundan 90 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kimliğini silmek, kurucu iradesini yok etmek ve kuruluş esaslarını yıkmak için pazarlık masasına oturmuşlardır.
√ Müzakere edilen Türk milletidir.
√ Müzakere edilen Türk vatanıdır.
√ Müzakere edilen Türkiye’dir.
Ülkemiz; ya bin yıllık kardeşliğini koruyarak var olan badireleri atlatacak ve tarihi yürüyüşünü sürdürecek, ya da etnik ve mezhep eksenli ayrışma, çatışma, bölünme ve parçalanma sürecinde darmadağın olacaktır.
Bu iki ateş arasında orta bir yol kalmamıştır.
Başbakan tüm alternatifleri tüketmiş ve bitirmiştir.
Bölücülüğe yaptığı yatırımlar, PKK’ya sağladığı kolaylık ve destekler ihanet çemberini giderek genişletmiştir.
Bugün Türkiye, hainlerin elinde oyuncağa dönüşmüştür.
Bugün Türkiye, süreç rezilliğinin, 63 aklı karışığın ve BOP’un deney sahası haline gelmiştir.
Başbakan ve İmralı canisinin müşterek çalışmalarıyla bir araya getirilen 63 adet akıl fukarası, kendilerine verilen iki aylık süreyi epey bir aşarak 26 Haziran günü Başbakan Erdoğanla Dolmabahçe Sarayı’nda toplanmışlardır.
4 Nisan’da yola çıkan 63 akıl ve vicdan yoksunu, faaliyetlerini raporlaştırarak Başbakan Erdoğan’a sunmuşlardır.
Bu 63 sözde akil insan, dere tepe düz gitmiş, geceyi gündüze katmış, şehir şehir dolaşmış, toplantılar ve ziyaretler yapmış, beş yıldızlı otellerde ağırlanmış, âlemlere dalmış, lükse batmış, sonunda seferden dönen Haçlı kalıntıları gibi yorgun-argın bir şekilde Başbakan’ın huzuruna çıkmıştır.
Sözde akillerin final toplantısı bizim açımızdan malum olan niyet ve yüzlerini tekraren deşifre etmiştir.
Başbakan Erdoğan ve İmralı canisinin ortaklaşa tanzim ettikleri sefer emriyle yollara düşen 63’lükler; PKK’nın bir uzvu ve yan kolu gibi faaliyet göstermişler, hatta kendilerini ispat edebilmek ve İmralı takdirnamesine hak kazanabilmek için tüm hünerlerini sergilemişlerdir.
Sözde akillerin hazırladığı raporların kamuoyuna yansıması tenkit ve yakıştırmalarımızın afaki ve abartı olmadığını göstermiştir.
PKK ne istemişse 63’lükler de istemiştir.
PKK neyi buyurmuşsa, 63’lükler bir adım ötesine geçmiştir.
Bunlar arasında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Grubunun ayrı ayrı düzenlediği rapor hakikaten de akıllara durgunluk verir türdendir.
Her satırında ihanet, her ifadesinde rezalet ve her teklifinde melanet bulunan bu raporları yazanlar hangi milletin mensuplarıdır?
PKK’ya bu kadar sevdalanan, Türk’e ve Türk milletine bu denli düşmanlık besleyen sözde akiller, acaba ne zaman Kandil’de kendileri için rezerv edilen inlere yerleşecekler, mekaplarını giyerek dağlarda, bayırlarda elde kaleşnikof gezeceklerdir?
Sözde akillerin Doğu ve Güneydoğu Bölgesi Grubunun teklif ve talep listelerinde özet olarak şunlar yer almaktadır:
√ Terör örgütü, bebek katili gibi ifadeler kullanılmamalı,
√ Devlet tarafından haksızlığa uğratılmış tüm kişilerin itibarları iade edilmeli,
√ Dersim isyanları kınanmalı,
√ Bazı diziler yayımlanmamalı,
√ Ana dilde eğitim olmalı,
√ Seçim barajı düşürülmeli,
√ Siyasi Partiler Kanunu değiştirilmeli,
√ Terörle Mücadele Kanunu kaldırılmalı,
√ Genel af ilan edilmeli,
√ İmralı canisi serbest bırakılmalı,
√ Eyalet sistemine geçilmeli, valiler seçimle görev almalı,
√ Yol kontrollerinden vazgeçilmeli,
√ Mayınlar temizlenmeli,
√ Karakol, kalekol ve baraj yapımı durdurulmalı,
√ Koruculuk kaldırılmalı,
√ Tüm mağdurlara tazminat ödenmeli,
√ Terörle mücadele edenler yargılanmalı,
√ Irkçı, şoven ifadeler dağlardan ve tabelalardan silinmeli,
√ Andımız kaldırılmalı,
√ Türk bayrağı, Türk milleti, Ne Mutlu Türküm diyene gibi kalıplaşmış deyimlerden vazgeçilmelidir.
Şimdi vicdanı olan herkese sorarım; bu ifadeleri PKK’nın talepleriyle yan yana getirdiğiniz takdirde, bağdaşmayan, açıkta kalan bir taraf görülecek midir?
Nitekim bu tekliflerin hepsi PKK’nın yıllardır tekrarladığı ezberlerden bile ileri ve cüretkârdır.
Sözde Akil İnsanlar Heyeti, kimin nam, hesap ve yararına çalıştığını şüpheye yer bırakmayacak kadar netleştirmiştir.
Bizim son 2,5 aylık zaman diliminde söylediğimiz tüm sözler adresini tam olarak bulmuş ve doğru çıkmıştır.
5 Nisan 2013 tarihli yazılı basın açıklamamızda; AKP hükümeti, bir PKK önerisi ve projesi olan sözde “Akil İnsanlar Heyeti” teşkil ederek milletimizi, bölücülükle ve terörün hain talepleriyle yüz yüze bırakmıştır dedik, haklı çıktık.
Yine aynı açıklamamızda; bu 63 kişinin milletimizi PKK tezlerine ikna etmek üzere görevlendirildiklerini, PKK sözcülüğüne talip olduklarını ifade ettik, haklı çıktık.
6 Nisan 2013 günü Osmaniye’de yaptığım konuşmamda; 63 kişilik aklı kararmış ve kafası karışmış güruhun çözüm diyerek PKK’nın tekliflerini anlatacaklarından bahsettik, haklı çıktık.
9 Nisan 2013 tarihli Meclis grup toplantımızda; 7 bölgede 9’arlı gruplar halinde PKK elçiliğine soyunacak olan bu aklı kararmışlar hem AKP’nin propagandasını yapacaklar hem de çerçevesi AKP-PKK müşterekliğiyle belirlenen alandan ayrılmayacakladır dedik, haklı çıktık.
Söz konusu bu toplantımızda, hangi akla hizmet 63’lükler milletin ödediği vergilerle, PKK sözcülüğüne memur edilmektedir, sorusunu sorarken bugün olanları daha o zamandan öngördük.
16 Nisan 2013 tarihli Meclis grup toplantımızda; sözde akil insanları PKK tetikçisi, AKP propagandisti diye tanımladık, haklı çıktık.
Ve bu sözde akiller PKK’nın mı, yoksa Türk milletinin mi yanındadır sorgulamasını yaparak hedefi onikiden vurduk.
20 Nisan 2013 tarihinde, İzmir’de yaptığımız Bayrak temalı açık hava toplantımızda; 63 akıl fukarası AKP-PKK sözcülüğüne hevesle girişmiş ve görevlendirilmiştir dedik, haklı çıktık.
Bizim 63’lüklerle ilgili tüm tespit ve teşhislerimiz isabetle yerini bulmuştur.
Geldiğimiz bugünkü aşamada İmralı canisinin dışarıya çıkmasına bile gerek kalmamıştır.
Çünkü caninin fikirleri, hedefleri 63 bedene bölüştürülmüş, 63 ayrı zihne yerleştirilmiştir.
PKK’nın da Kandil’den inmesine gerek yoktur.
Zira PKK Dolmabahçe Sarayı’ndadır, Başbakanlık’tadır, TBMM koridorlarındadır, üniversitelerdedir, sokaklardadır, meydanlardadır, şehirlerdedir, belediyelerdedir.
Başbakan Erdoğan sınır dışına teröristlerin yüzde 10-15’nin çıktığını söyleyerek yalandan şikayet etmesine de gerek kalmamıştır.
Zira terör örgütü militanları Tunceli’de baskınlar düzenlemektedir.
Cizre’de alçakça sözde asayiş birlikleri kurmaktadır.
Türk devletinin egemenlik haklarına karşı koymakta, karakol yapılmasına bile karşı çıkmaktadır.
Dikkatlerinizi çekmek isterim ki, PKK’ya katılımlar hiçbir dönemde bu kadar artmamıştır.
AKP’nin el uzattığı, pazarlıklar yaptığı ve teşvik ettiği PKK, Diyarbakır Lice’de karakol yapımını engellemek için isyan provaları yapmış, bu vatan köşesini savaş alanına çevirmiştir.
Lice’den, Gezi Parkı’nın biçim ve kılık değiştirmiş yeni bir sürümünü çıkarma gayreti son hızla sürmektedir.
Ayaklanma ve başkaldırı çağrıları Lice bahanesiyle ulu orta sahnelenmiştir.
Süreç ihanetinin provokasyona uğradığını söyleyenler bilmelidir ki, süreç ve çözüm bizatihi Türk milletine yönelik provokasyondur, rezalet bir projedir.
Karakol yapımına itiraz edenlerin taşlı, sopalı, molotoflu ve silahlı saldırılarla PKK’nın peşine düşmeleri provokasyon olmayacak, güvenlik güçlerimizin meşru müdahale ve savunması kışkırtma olacak, süreci sakatlama adımı olarak itham edilecektir.
Elleri ve kolları bağlanmış, tüm karar organları kelepçelenmiş böylesi bir ülke dünyanın daha başka neresinde vardır?
Başbakan Erdoğan; Gezi Parkı olaylarında, başta Taksim olmak üzere, yurdumuzun değişik bölgelerinde yakıp yıkan, kırıp döken teröristlere, barbarlara ağzına geleni söylerken, Lice’deki hadiseleri niçin görmezden gelmektedir?
Yoksa istediği, beklediği ve tasvip ettiği bu mudur?
Türk milleti diken üstündeyken Başbakan nerelerdedir?
PKK’nın Meclis ayağı BDP, “hükümet adım at” sloganıyla da terör ve bölücülük kalkışmasına yeni bir kılıf bulmuştur.
Komşu coğrafyalar kavrulurken, Suriye ve Mısır alev alev yanarken, Türkiye’yi de benzer bir akıbete çekmeye çalışan alçaklar daha inatçı bir şekilde devreye girmiştir.
BDP ve PKK yandaşları gözdağı vermektedir.
Savaş sözleri iyice alenileşmiştir.
PKK’nın kan tutkusu tekrar nüksetmiştir.
Bunun için durmadan tahriklerini sürdürmektedir.
Hatta sınır dışına çıktığı sanılan caniler, şimdi de bir uzman çavuşumuzu kaçırmışlardır.
Türkiye’nin bu kadar tehlike ve riskle dolu ortamına Milli Güvenlik Kurulu bile duyarsız kalmış, terör kelimesi yapılan 25 Haziran tarihli basın açıklamasında hiç yer almamıştır.
MGK’ya göre Taksim’de, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde sanki herkes elinde çiçeklerle dolaşmaktadır.
Şurası unutulmamalıdır ki, Başbakan Erdoğan; PKK’nın dirilmesinden ve Türk milletine meydan okumasından birinci derecede sorumludur.
Karakol yapımına karşı çıkanlar aslında Türk devletine ve Türk milletine kin ve nefret duyan bir avuç eşkıyadan başkası değildir.
Ve bunlar ülke gündemini karartmak, kana bulamak üzere Lice’yi basamak yapmışlardır.
Türkiye’nin bir oldubittiye getirilerek bölünmesi için el ovuşturanlara çanak tutan, ortam sağlayan Başbakan ve hükümetidir.
PKK’nın sözde çekilmesinin de aldatma olduğu kesinlik kazanmıştır.
Teröristler geri çekilmemekte, vatan topraklarına AKP gözetimi ve müsamahası altında iyice yerleşmekte, iyice konuşlanmaktadır.
Süreç ihanetinin ikinci aşaması da bölücülere yeni imkan ve kolaylıklar sağlama üzerine şekillenecek, bağımsız Kürdistan’ın sütunları Başbakan müşahitliği altında peş peşe dikilecektir.
Bu hainliklerin, bu kepazeliklerin, bu düşmanlıkların hesabı mutlaka sorulacaktır.
Türkiye bölücülere yem edilmeyecektir.
Türk milleti, AKP-BDP ve PKK’ya kurban verilmeyecektir.
Milli birliğimize ambargo koymaya çalışan kim olursa olsun, karşılarında Milliyetçi Hareket Partisi’ni bulacaklardır.
Bu düşüncelerle konuşmama son verirken toplantımıza katılan siz değerli basın mensuplarını ve muhterem dava arkadaşlarımı saygılarımla selamlıyor hepinize teşekkür ediyorum.
Sağ olun var olun.
SORULAR
Gazetecilerin sorularını da yanıtlayan Bahçeli, bir gazetecinin istihbartta yapılan görev değişiklikleriyle ilgili, yeni göreve gelenlerin ülkücü olarak tanımlandığını belirterek, buna ilişkin değerlendirmesini sorması üzerine, “Ülkücülere bu kadar ihtiyaç duyuluyorsa hükümeti bize devretsinler” dedi.
BDP ve PKK”nın, Abdullah Öcalan’a özgürlük talebiyle ilgili soruyu da yanıtlayan Bahçeli, “Başından beri BDP ve PKK’nın isteği budur. Hükümette buna Oslo’dan bir yol açmıştır. Yoldaki gecikmenin hesabı sorulmaktadır. Bunları Sayın Recep Tayyip Erdoğan gezeceği yerde soruya cevap versin” ifadelerini kullandı.
AK Parti’li İdris Bal’ın, çözüm süreciyle ilgili Başbakan Erdoğan”a sunduğu rapora ilişkin soruya da Bahçeli, “İdris Bal değerli bilim insanıdır. AKP’nin saygın miletvekilidir. Tespitlerini bizden evvel AKP’liler değerlendirmelidir” diye konuştu.
Bir gazetecinin, “Konuşmanızda milliyetçilerin müdahale vakti yakınlaştı diye bir cümle sarf ettiniz. Bununla tam olarak neyi kastettiğiniz” soruya da Bahçeli de “Çok açık bir cümle. Bunun yorumu yok” yanıtını verdi.