Dolar 34,5424
Euro 36,0063
Altın 3.006,41
BİST 9.549,89
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 19°C
Yağmurlu
İstanbul
19°C
Yağmurlu
Cts 9°C
Paz 10°C
Pts 10°C
Sal 12°C

BAHÇELİ: “BU KİN VE KAN SÜRECİNİ BUZLUĞA KALDIRMAK YETMEZ”

BAHÇELİ: “BU KİN VE KAN SÜRECİNİ BUZLUĞA KALDIRMAK YETMEZ”
29/03/2016 12:08
A+
A-

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli,”Bu kin ve kan sürecini buzluğa kaldırmak yetmez, bir daha ağızlara dahi alınmaması lazımdır. Yoksa 20 Temmuz’dan bu tarafa sayıları 400’e yaklaşan şehitlerimizin hakkını kimse ödeyemez, kimse bu manevi külfetin altından kalkamaz. “Çözüm sürecini silah stoklama süreci olarak değerlendirdiler. Çok ciddi bir silah stoklaması yaptılar” demek kimseyi kurtarmaz, milli öfkeden korumaz.”dedi.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin grup toplantısında konuştu.

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli,”Bu kin ve kan sürecini buzluğa kaldırmak yetmez, bir daha ağızlara dahi alınmaması lazımdır. Yoksa 20 Temmuz’dan bu tarafa sayıları 400’e yaklaşan şehitlerimizin hakkını kimse ödeyemez, kimse bu manevi külfetin altından kalkamaz. “Çözüm sürecini silah stoklama süreci olarak değerlendiler. Çok ciddi bir silah stoklaması yaptılar” demek kimseyi kurtarmaz, milli öfkeden korumaz.”dedi.

MHP Lideri Bahçeli,”Düşman silahlanıp bomba düzenekleri kurarken, hiç mi namus ve şeref timsali birisi kendisini feda edip de bu oyunları bozamamıştır?

Devletle hesaplaşıyoruz sözleriyle hafızalara mıh gibi kazınan yıkımdan sorumlu eski başbakan yardımcısı şimdi mutlu mudur?

PKK’nın tezlerini bölge bölge gezerek anlatan, kendilerine akil denilmesinden gurur duyan, fakat akılsızlıktan milli vicdanda mimlenen 63’lükler, bu bombalara, silahlara, kurşunlara ne diyecektir?

Bunlar niçin konuşmazlar, hadi geçtik sevincimize ortak olmalarını da, neden acılarımızı paylaşmazlar?

Bu zevatın rahmetle andığımız yüzlerce şehidimize bir kez olsun ciğerlerinin yandığına ve minnet duyduklarına şahit olunmuş mudur?

Mesela 24 Mart’ta şehit düşen Bayburtlu Jandarma Üstçavuş Halil Türkoğlu, Kahramanmaraş Andırınlı Astsubay Çavuş Mustafa Gökçeli, Mersin Tarsuslu Jandarma Uzman Onbaşı Sabri Acem, özgürlük şaklabanları, insan hakkı azmanları için ne ifade etmektedir?

Bu kahramanlarımız belki akil olmadı, ama milli aklın, milli ahlakın zirvesine hak ederek çıktıkları kesindir.
Bu yüz aklarımız belki saraylar görmedi, belki de refah ve rahat bulamadı; ama emin olun, hepsi dünya durdukça şükran ve Fatihalarla hatırlanacaklardır.

Mardin’in Nusaybin ilçesinde 24 Mart günü şehit edilen Balıkesirli Jandarma Astsubay Başçavuş Gökhan Bakır’ın al bayrağa sarılı tabutuna sarılıp göz yaşı döken iki kızının hakkını kim ödeyecek, bu manevi yükün altından kim kalkabilecektir?

Henüz hayatının baharında 24 Mart’ta Şırnak’ta şehit olan Yozgatlı Osman Belkaya’nın elleri öpülesi dedesi, olanlar karşısında ağlayan bir polis memurunun gözyaşlarını silerken; “Ağlama yavrum, düşmanı sevindirme. Biz gururluyuz.” vakur duruşuna kim ya da kimler layık olabilecektir?”

Bahçeli’nin grup toplantısı konuşması şu şekilde:

Muhterem Misafirler,

Kıymetli Basın Mensupları,

Bu haftaki Meclis grup toplantımıza başlarken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Türkiye, siyasi bölücülük ve silahlı terörün yoğun saldırısı altındadır.

Gelişmeler çok tehlikeli boyuttadır.

Terörizm altın çağını yaşamaktadır.

İnsani ve vicdani değerler, oldukça zor bir sınavdan geçmektedir.

Şiddet ve vahşet yerel ve bölgesel düzeyde kalmamış, aynı zamanda küreselleşmiştir.

Canlı bombalar kıtalar aşmaktadır.

Dünya üzerinde terörden yalıtılmış bölge, terörden bağımsız alan, terörle tanışmamış bir ülke hemen hemen kalmamıştır.

Barbarlık her yerde, her zeminde, her coğrafyada sivrilmektedir.

Asimetrik tehditler güvenlik duvarlarını yıkmakta, huzur beklentilerini boşa çıkarmaktadır.

Terör örgütleri arasında ayrım yapmak, seninkisi iyi, benimkisi kötü tasnifine gitmek yaşadığımız buhranlı süreci azdırmış, alevlendirmiştir.

Terörün siyasi bir araç olarak kullanımı, teröristin hak arayan özgürlük savaşçısı olarak takdim ve servisi ters tepmekle kalmamış, böylesi bir ilkelliğe ortak olan ülkeleri de vurmuştur.

Cizre’de kurşun sıkan katiller düne kadar Paris’te ağırlanmıştır.

Sur’da hendek kazıp bomba döşeyen alçaklar geçmişte Berlin’de pışpışlanmış, Londra’da kucaklanmış, Brüksel’de ödüllendirilmiştir.

Nusaybin’de, İdil’de, Yüksekova’da, Silopi’de varlığımıza ve birliğimize kast eden fitne yuvaları Moskova’da ilgi görmüş, Vashington’da övülmüştür.

Terör örgütleri küresel bölünme projelerinin icrası amacıyla kiralanmış, silahlandırılmış, kışkırtılmıştır.

Bu kapsama giren her ülke yasak ilişki ağlarından pişmanlık duyacak dürüstlük ve özgüveni gösterebilmelidir.

Bu sağlanmadan terörizmin önünü almak, terör örgütlerine ortak cephe açmak nafile bir çaba olacaktır.

Yaşanabilir bir dünya istiyorsak, insan hak ve hürriyetlerine şartsız bağlıysak elbette terörizme karşı aynı dozda tepki gösterebilmeli, karşı koyabilmeliyiz.

Aksi halde insanlık teröre yenilecek ve tüm insani kazanımlar aşama aşama silinip gidebilecektir.

Sorun bu kadar büyük ve yakıcıdır.

Bilinmelidir ki, acının kimliği yoktur.

Feryadın rengi, gözyaşının cinsiyeti, zulmün ırkı yoktur.

Bombanın, kurşunun, kısaca kanlı emellerin adres gözetmediği, ülke ve millet ayırmadığı artık bütün çıplaklığıyla ortadadır.

Nitekim terörizm bugün tüm insanlığa doğrultulmuş korkunç bir silahtır.

Masum canlar heder olurken, mazlumlar hedef tahtasındadır.

Terör, hangi ülkede ortaya çıkarsa çıksın, hangi gerekçelere dayanırsa dayansın insanlık dışıdır, insan onurunu hiçe saymaktır.

Bu itibarla terörle huzur, teröristle haysiyet arasında tarafsız, korunaklı, imtiyazlı bir alan kesinlikle bulunamayacaktır.

Terörizmi durumu kurtarmak adına lanetlemek de artık faydasızdır.

Bir yanda teröristlerin eline silah tutuşturup diğer yanda bundan şikâyet etmek, bir yanda terörizmi her seviyede teşvik edip diğer yanda kınama ve taziye mesajları yayınlamak hem riyakârlık hem de arsızlıktır.

Bu riyakârlık ve arsızlık sonucudur ki, terör örgütleri bölgesel ve küresel ölçekte ayakta kalmış, kan akıtmış, ölüm saçmıştır.

Dost ve müttefik görünüp Türkiye düşmanı PYD’yle sarmaş dolaş olan; üstelik IŞİD’in yeşermesinde ve palazlanmasında çok günahı bulunan malum devletlerden hiçbiri de medeni ve insani görülemeyecektir.

Türkiye terörizmden en çok çeken, teröre en çok bedel ödeyen ülkedir.

Bu sarih gerçeğin kabulü insanlık namusu adına şarttır.

Türkiye terörizmle boğuşmaktadır.

Buna duyarsız kalan, uzaktan seyreden, hatta içten içe sevinen ve katilleri tahrik eden ülkeler de belirli aralıklarla terör saldırılarıyla irkilmekte, paniklemektedir.

Bunun en son örneği, 22 Mart 2016 tarihinde Brüksel’deki bombalı saldırılardan sonra yaşanmıştır.

Brüksel’deki bir havalimanı ve metro istasyonunda meydana gelen patlamalarda, son bilgilere göre, 38 kişi hayatını kaybetmiş, 300’ten fazla insan da yaralanmıştır.

Canlı bombalar Avrupa’nın kalbini patlamışlardır.

Elbette bu terör saldırısını nefretle kınıyor, Belçika halkına ve bu ülke yönetimine taziyelerimi tekraren bildiriyorum.

Az evvel de dediğim gibi, terörden bağımsız hiçbir ülke, hiçbir coğrafya kalmamıştır.

Öldürmeyi, yok etmeyi, katliam yapmayı meslek edinmiş canavarlar; kimi zaman New York ve Boston’da, kimi zaman Paris ve Madrid’de, kimi zaman da Tokyo ve Londra’da ortaya çıkmaktadır.

Bu beşeriyet defoları, bu insan müsveddeleri şeytani planların, kaos projelerinin tetikçisi ve piyonları olarak arka arkaya cinayet işlemektedir.

Brüksel’de patlayan bombalara tepki gösterip, Ankara ve İstanbul’daki caniliklere suskun kalmak; Paris’teki terör saldırılarına karşı kıyameti kopartıp Şırnak, Diyarbakır, Mardin, Suruç, Şam, Bağdat ve daha nice şehirlerdeki faciaları görmezden gelmek affedilmez bir çifte standarttır.

Hans için ağlayanlar, John için üzülenler; sıra Ahmet’e, Mehmed’e, Muhammed’e gelince tam bir çelişki yumağına dönüşmektedir.

Maalesef Batı bu kayıtsızlığın içine çoktan yuvarlanmıştır.

Birkaç gün evvel dost ve kardeş ülke Pakistan’ın Lahor şehrinde bir lunaparka düzenlenen terör saldırısında 70’e yakın insan hayatını kaybetmiş, sayıları 350’yi bulan insan da yaralanmıştır.

Hunharca katledilen Pakistan’lı kardeşlerime Allah’tan rahmet diliyor, yaralılara şifa temenni ediyor; tüm Pakistanlılara sabır ve başsağlığı dileklerimi iletiyorum.

Terör, 26 Mart’ta Yemen’in Aden kentinde ve Irak’ın Babil Vilayeti’ne bağlı İskenderiye nahiyesinde oynanan bir futbol müsabakasında onlarca insanın hayatını karartmıştır.

Peki, Pakistan’ı konuşan var mıdır?

Irak ve Suriye’deki dramı, Türkiye’deki dehşet sahnelerini mesele eden görülmekte midir?

Bu insanlık vicdanı nerededir?

Bugün terörizme karşı müşterek bir irade gösterilmeyecekse, ne zaman, hangi şartlarda gösterilecektir?

9 Mart’ta Kerkük’e bağlı Tazehurmatu’da, IŞİD terör örgütü tarafından gerçekleştirilen kimyasal saldırıda hayatlarını kaybeden ve de yaralanan kardeşlerimizin hakkı nereye kadar yenecek, yok sayılacaktır?

Belçika Başbakan’ı Brüksel’deki saldırılardan sonra “korktuğumuz başımıza geldi”demektedir.

Ülkemize örnek olacak şekilde istifa eden bakanlarını görevde tutmaya da devam etmektedir.

Bu korkulan her gün Türk ve Müslüman coğrafyasında olurken, batılı ülkelerin devlet veya hükümet başkanları, bileniniz varsa söylesin, ne yapıyorlar, ne söylüyorlardı?

Bunların mantığına göre, ölen Müslümansa kaygılanmak anlamsızdır.

Hele ki öldürülen Türk ise sızlanmak gereksiz ve zaman kaybıdır.

Nasılsa amaçlanan budur.

Fakat terör bumerang gibi dönüp sahibini vurduğu zaman batı ayağa kalkmaktadır.

Brüksel’de, PKK’lılar sözde taziye çadırı kurarken hiç rahatsız olmayanların, yine bu terör örgütüyle akraba olan cinayet örgütlerinin kendilerine dokunması karşısında isyan etmeleri inandırıcı değildir.

Terör her yerde terördür.

Terörün dini, milliyeti, yöresi ve ülkesi yoktur.

Terörist eylemler utanç verici, aşağıların da aşağısı bir saldırganlık örneğidir.

İnsanın hayat ve varlık haklarına yönelik eylemler bir katliamdır, insanlık suçu ve ayıbıdır.

Hiçbir gerekçe ve hedef, sivil ve masum insanların hunharca öldürülmesini haklı ve meşru kılamayacaktır.

Bugünkü şartlarda, ilk kez 17 Eylül 2001 tarihli Meclis Grup konuşmamda önerdiğim üzere, dünya genelindeki terör olaylarının muhasebesinden elde edilmesi gereken neticeler ve değerlendirmeler vardır ve de şunları kapsamalıdır.

1- Siyasi mücadele ve araçları, şiddet ve şiddet vasıtalarından tamamen farklı mahiyet taşımaktadır.

Bu bakımdan terör, bir siyasi faaliyet değil; meşruiyeti olmayan, ahlaki değer taşımayan, rezil bir yöntemdir.

Terörist ise, insanlık düşmanı canilerin kolektif adıdır.

Dolayısıyla, terör örgütlerinin boyutları ile eylem alanlarının ve biçimlerinin niteliği terörizm gerçeğini değiştirmeyecektir.

2- Terörü uluslararası siyasetin bir aracı olarak görmek, terörü uluslararası hale getirmek ve cinayetleri yaygınlaştırmak anlamını taşımaktadır.

Terör, dünya çapında bir tehdit ve insan hayatına yönelmiş yok etme eylemi olduğu için, teröre karşı uluslararası müeyyidesi olan bir siyasi, hukuki ve pratik eylem zemini oluşturmaya ihtiyaç vardır.

Bu çerçevede, terörizmle ilgili kavram ve yöntemler netleştirilmeli, çok zayıf durumdaki uluslararası işbirliği ağı güçlendirilmelidir.

Bunun için en kısa zamanda Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın öncülüğünde bir “Uluslararası Terörizmle Mücadele Konferansı” toplanmalı, kavramlar ve yöntemler üzerinde uzlaşma temin edilmelidir.

3- Terörü destekleyen ülkelere karşı uluslararası toplum yaptırımlar uygulamalı, terör suçlularını insanlık suçlusu ilan edip bireysel suçların dışında bütün insanlığa karşı işlendiği için bu eylemden dolayı da ayrıca yargılanmalıdır.

Lahey’deki, Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi, uzun bir aradan sonra Sırp kasap Radovan Karadziç’i Bosna Hersek’te işlediği soykırım suçundan dolayı nasıl 40 yıla mahkûm etmişse, terör suçluları da benzer şekilde yargılanmalı, ağır cezalarla tecrit edilerek mahkum edilmelidir.

Hatta idam cezasının, ülkelerin ceza sistemlerinden bütün adi suçlar için çıkarılsa bile, terör suçları için yer alması sağlanmalıdır.

Değerli Arkadaşlarım,

Peşpeşe gelen şehitler hepimizi kahretmektedir.

Terör Türkiye’yi canevinden vurmaktadır.

Üzülerek takip ediyoruz ki, Doğu ve Güneydoğu fiilen işgal edilmiş gibidir.

Özellikle Mardin Nusaybin’den, Şırnak merkezden, Hakkari Yüksekova’dan yürekleri kavuran acı haberler devamlı surette gelmektedir.

Mardin Nusaybin’de 14 Mart’tan beri süren operasyonlarda 107 teröristin etkisiz hale getirildiği, imha edilen el yapımı patlayıcı sayısının ise 221 olduğu açıklanmıştır.

Şırnak’taki durum da farksızdır.

Bu ilimizde şimdiye kadar toplamda 104 terörist etkisizleştirilirken, 241 el yapımı patlayıcı imha edilmiştir.

Hakkari Yüksekova’da da terörle mücadele tüm yönleriyle devam etmektedir.

Ülkemize bomba ve silahlar doldurulmuştur.

Teröristler şehirlere hendekler kazarak mevzilenmiş, pusularını kurmuş, adeta savaşa hazırlık yapmışlardır.

24 Mart 2016 tarihinde, Diyarbakır-Bingöl karayolundaki Mermer Jandarma Karakolu’na düzenlenen ve 3 evladımızın şehit, 24’ünün de yaralandığı saldırıda ticari bir araca yerleştirilmiş, dikkatinizi çekiyorum, tam 1,3 ton ağırlığında bomba kullanılmıştır.

Türk vatanı birçok badire atlatmıştır.

Türk milleti nice karanlık tuzaklardan sağ salim çıkmayı başarmıştır.

Ancak bugünkü gibisi ne görülmüş, ne de duyulmuştur.

Türkiye’nin her köşesine bomba yığılırken valiler makamlarından çıkmamış, devlet ricali ortalıkta görülmemiştir.

PKK’lılar şehirlerimize doluşurken ne müdahale eden, ne de engel olan çıkmıştır.

Sorumluluk sahiplerinin “Çözüm süreci içerisinde valilerimiz verdiğimiz talimat doğrultusunda şu andaki gibi operasyonlara girmiyorlardı.” sözleri aslında itirafnamedir.

 Devleti yönetenlerin “Çözüm süreci içinde valilerimize bizim bazı tavsiyelerimiz olmuştu, yani sakın böyle bazı ufak tefek konularda sıkıştırmayın, üzerlerine gitmeyin.” Demesi de skandal ötesi bir özeleştiridir.

Sıkıştırılmaması istenen elbette PKK’dır.

Şimdi bu sözlerin neresinden tutalım, hangi tarafını görmezden gelelim?

Bölücü odakları ima ve işaret ederek, valilere, üzerlerine gitmeyin diye talimat ve tembihte bulunmak hangi akla hizmettir?

Bu nasıl bir sorumluluk bilincidir?

Dün üzerine gidilememesi istenen caniler, bugün Türkiye’nin üzerine gelmektedir.

Dün aman sıkıştırmayın, mümkünse görmezden gelin diyerek kollanan eli kanlı teröristler, bugün Türkiye’yi dört bir koldan sarmaktadır.

EMASYA Protokolü’nün kaldırılmasından sonra, İl İdaresi Kanunu’na göre valinin talep ve talimatı olmadan askeri operasyonların yapılamayacağı bilinen bir gerçektir.

Ve ne yazıktır ki, PKK, AKP’nin müşahitliği, müsamahası ve sağladığı eşsiz kolaylıklarla çözüm sürecini bomba, hendek, saldırı sürecine tahkim etmiştir.

Gelen her şehidin vebali geçmişteki ağır ihmallerin neticesidir.

Yaşanan her bombalı saldırı, dökülen her gözyaşı, yaşanan her felaket üç maymunu oynayan hükümetin ve devlet görevlilerin eseridir.

Tonlarca bomba bu ülkeye hangi ara sokulmuş, bu oluyorken hiç mi vatan ve millet sevdasıyla kavrulmuş bir sorumluluk sahibi bürokrat, siyasetçi ortaya atılıp da durun diyememiştir?

Düşman silahlanıp bomba düzenekleri kurarken, hiç mi namus ve şeref timsali birisi kendisini feda edip de bu oyunları bozamamıştır?

Devletle hesaplaşıyoruz sözleriyle hafızalara mıh gibi kazınan yıkımdan sorumlu eski başbakan yardımcısı şimdi mutlu mudur?

PKK’nın tezlerini bölge bölge gezerek anlatan, kendilerine akil denilmesinden gurur duyan, fakat akılsızlıktan milli vicdanda mimlenen 63’lükler, bu bombalara, silahlara, kurşunlara ne diyecektir?

Bunlar niçin konuşmazlar, hadi geçtik sevincimize ortak olmalarını da, neden acılarımızı paylaşmazlar?

Bu zevatın rahmetle andığımız yüzlerce şehidimize bir kez olsun ciğerlerinin yandığına ve minnet duyduklarına şahit olunmuş mudur?

Mesela 24 Mart’ta şehit düşen Bayburtlu Jandarma Üstçavuş Halil Türkoğlu, Kahramanmaraş Andırınlı Astsubay Çavuş Mustafa Gökçeli, Mersin Tarsuslu Jandarma Uzman Onbaşı Sabri Acem, özgürlük şaklabanları, insan hakkı azmanları için ne ifade etmektedir?

Bu kahramanlarımız belki akil olmadı, ama milli aklın, milli ahlakın zirvesine hak ederek çıktıkları kesindir.

Bu yüz aklarımız belki saraylar görmedi, belki de refah ve rahat bulamadı; ama emin olun, hepsi dünya durdukça şükran ve Fatihalarla hatırlanacaklardır.

Mardin’in Nusaybin ilçesinde 24 Mart günü şehit edilen Balıkesirli Jandarma Astsubay Başçavuş Gökhan Bakır’ın al bayrağa sarılı tabutuna sarılıp göz yaşı döken iki kızının hakkını kim ödeyecek, bu manevi yükün altından kim kalkabilecektir?

Henüz hayatının baharında 24 Mart’ta Şırnak’ta şehit olan Yozgatlı Osman Belkaya’nın elleri öpülesi dedesi, olanlar karşısında ağlayan bir polis memurunun gözyaşlarını silerken;“Ağlama yavrum, düşmanı sevindirme. Biz gururluyuz.” vakur duruşuna kim ya da kimler layık olabilecektir?

Çözüm sürecinden pişman olmak yetmez, bunun bir bedeli olmalıdır.

Bu kin ve kan sürecini buzluğa kaldırmak yetmez, bir daha ağızlara dahi alınmaması lazımdır.

Yoksa 20 Temmuz’dan bu tarafa sayıları 400’e yaklaşan şehitlerimizin hakkını kimse ödeyemez, kimse bu manevi külfetin altından kalkamaz.

“Çözüm sürecini silah stoklama süreci olarak değerlendiler. Çok ciddi bir silah stoklaması yaptılar” demek kimseyi kurtarmaz, milli öfkeden korumaz.

Son vahim olaylar Türkiye’nin milli birliğine, toprak bütünlüğüne ve üniter devlet yapısına kastetmeyi amaçlayan ihanet cephesinin ne kadar diri, ne kadar ileri bir noktada olduğunu göstermektedir.

Amaç, Türk milletine ve devletine vücut veren bütün ortak değerleri yıkmaktır.

Türkiye, hem silahlı terörle hem de etnik bölücülükle mücadelede artık karar eşiğindedir.

Ya bu ihanet ve melanet odakları Türkiye’nin ortak değerlerini savunma azim ve iradesini kırarak ülkeyi kanlı bir bölünme ve iç çatışma sürecine sokacaktır.

Ya da Türkiye Cumhuriyeti devleti tüm imkânlarıyla bu saldırılara gereken cevabı vererek bu hıyanetin belini kıracaktır.

Bir varlık ve beka sorunuyla karşı karşıya bulunan ülkemizde herkes yerini, yönünü ve safını artık açık bir şekilde belirlemek zorundadır.

Türkiye’nin kör bir uçurumun kenarına sürüklendiği bu noktada, artık nabza göre şerbet verecek, çağdaşlaşma ve demokratikleşme gibi sloganlarla etnik bölücülüğü cesaretlendirecek her söylem işbirlikçiliktir.

Siyasi çıkar hesapları peşinde koşmak ve Avrupa Birliği normları adına bölücülüğün amaçlarına hizmet edecek projelere taşeronluk yapmak bölünmeye hizmet olarak değerlendirilecektir.

Dağda, şehirde her değerimize ateş saçan şerefsizler, üniversiteleri de karıştırmak istemektedir.

Teröristler ilim ve irfan yuvalarımızı kirletmektedir.

Bilhassa 23 Mart günü Hacettepe Üniversitesi’nde yaşanan olaylar, diğer üniversitelerde baş gösteren terörist tahrikleri alarm zilleri çalmaktadır.

Hala medyada karşıt görüşlü öğrencilerin kavgasından bahsedilmektedir.

Hala bazı üniversite rektörlüklerinin açıklamalarında çatışmaların öğrenciler arasında olduğu iddia edilmektedir.

Bu nasıl bir hezeyan, nasıl bir akıl tutulması ve zırvadır?

Tekrar söylüyor, altını kalın şekilde çizerek ifade ediyorum; üniversitelerde bir yanda yalnızca öğrenimlerine devam etme, sınıflarını geçme gayesi taşıyan Türk gençliği varken, diğer yanda PKK’nın yedekleri, üniversitedeki uzantıları vardır.

Hiç kimse sorumluluktan kaçmasın, gerçekleri haykırmaktan korkmasın.

Çağrım hükümetedir.

Çağrım YÖK’edir.

Çağrım rektörleredir.

Artık kararınızı veriniz.

Durduğunuz yeri netleştiriniz.

Üslup ve beyanlarınızı da acilen temizleyiniz.

Öğrencinin görevi okumak, ailesine, milletine ve ülkesine hayırlı ve faydalı birer fert olmaktır.

Hiçbir kardeşim nedeni ne olursa olsun, herhangi bir kavganın tarafında, kısır tartışmanın içinde bulunmamalıdır.

Milliyetçi-Ülkücü gençlik provokasyonlara gelmeyecek kadar dikkatli ve uyanıktır.

Milliyetçi-Ülkücü gençlik başkalarının tuzağına düşmeyecek kadar sabırlı ve şuurludur.

Milliyetçi-Ülkücü gençlik cesaretini ve geleceğini heba etmeyecek kadar aklı başında ve uzak görüşlüdür.

Oyun varsa, bozacak olan Türk gençliğinin potansiyel gücü, eğilmez başı olan Milliyetçi-Ülkücü gençliktir.

Türk devletinin güvenlik görevlileri vardır ve onlara güvenimiz tamdır.

Hiç kimse kendisini polisin, askerin yerine koymamalıdır.

Ve üniversiteler teröristleri, destekçilerini derhal kampüslerden arındırmalı, gittikçe tehlikeli düzeye çıkan gerilimin önüne geçmelidir.

Bizim sokaklarda işimiz yoktur.

Bizim kaybedecek zamanımız, yarınları kararacak evladımız da yoktur.

Milliyetçi Hareket Partisi ne yapacaksa iktidarda yapacak, neyi hedefliyorsa meşru yollardan ulaşacaktır.

Bunların bilinmesini ve herkesin buna göre hareket etmesini ümit ediyor, gelişmeleri yakından takip ettiğimi özellikle belirtmek istiyorum.

Muhterem Milletvekilleri,

Türkiye istikrarsızlık döngüsüne hapsolmuştur.

Toplumsal hayat kriz geçirmektedir.

Karaman’da 45 evladımıza yapılan cinsel saldırı vakası hafife alınacak bir konu değildir.

Beddualarla adı hatırlanacak sapık en iğrenç suçu işlemiştir.

Ve bunu, ismi medyaya yansıyan bir vakfın çatısı altında yapmıştır.

Elbette her kurum, kuruluş, dernek veya vakfın içinden böylesi müptezel ve münferit tipler çıkabilecektir.

Önemli olan bu canileri süratle toplumdan ayıklamak ve adalete teslim edebilmektir.

İktidar partisi AKP’nin çocuk istismarı konusundaki ikircikli ve gelgitli tutumu bizim bir diğer üzüntü kaynağımız olmuştur.

Partimizin vermiş olduğu çocuk istismarlarını araştırma önergesine önce hayır diyen, bir gün sonra da kamuoyu baskısı nedeniyle çark eden şüphesiz ki Adalet ve Kalkınma Partisi’dir.

Başbakan’ın Manisa’da gerçekleri çarpıtan, AKP’nin bu konuda en ön safta olduğunu ifade eden sözleri asılsız ve yalandır.

Türk milleti her şeyi görmüş, tarafları fark etmiş, niyet sahiplerini okumuştur.

Sırf önergemize hayır demek için çocuk istismarına kulak tıkayan AKP’nin maskesi açıkça düşmüş, makyajı akmıştır.

Arkasından çok şükür aklıselim galip geldiğinden, TBMM’de çocuk istismarıyla ilgili araştırma komisyonu bizim yoğun çabalarımızla, diğer muhalefet partilerinin desteğiyle, son etapta ise AKP’nin evet demesiyle kurulmuştur.

Karaman’daki vahşiliği kınamak yetmeyecektir.

Sapığın en ağır şekilde cezalandırılması konusunda toplumsal bir konsensüs olduğu tartışmasızdır.

Adalet buna ilgisiz ve duyarsız kalmamalıdır.

Zira adalet, tıpkı 17-25 Aralık sürecinde olduğu gibi, hakkı teslim etmez, müdahalelere açık olursa, toplum vicdanı bir kez daha darbe yiyecektir.

Kim suç işlemişse hak ettiği cezayı çekmeli, yapılanlar kimsenin yanına bırakılmamalıdır.

İster terörist, ister tecavüzcü, ister rüşvetçi, isterse de bir başka türden suçlu olsun, mutlaka ağır şekilde karşılığını görmelidir.

Mahkemelerin baskı altına alınması, hakim ve savcıların siyasi zulüm görmeleri hukuk devletine kesif bir saldırıdır.

Böyle bir durumda devlet ağır yara alacaktır.

Türkiye’nin uzunca bir süredir adalet terazisi kırıktır.

Yandaşlık, tarafgirlik, siyasi hesap ve kumpaslar hukuka deli gömleği giydirmiştir.

Yaklaşık bir haftadır 17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk sürecinin kilit ismi olan İranlı karanlık bir şahsın ABD’de yakalanıp mahkeme önüne çıkarılması konuşulmaktadır.

Herkesin dilinde İranlı şarlatanın ne olacağı, ABD’ye hangi pazarlıkların sonucunda gittiği, bu adli takibatının nereye dayanacağı konusu vardır.

Havuz medyası ise, iddianameyi hazırlayan ABD’li savcının paralel olduğuna peşinen hükmetmiş, okyanus ötesi kaynaklı yeni bir darbe planı yapıldığına dair yorum ve haberleri ısıtıp ısıtıp servis etmiştir.

Bu savcının paralel olup olmadığını elbette bilemeyiz. Kaldı ki merak da etmiyoruz.

Çünkü ülkemiz yeterince paralel yorgunu, yeterince paralel karmaşanın mağdurudur.

Fakat şunu da söylemeden geçmek sanıyorum doğru olmayacaktır:

Yeni bir algı operasyonu, yeni bir sinsi kampanya devreye alınmıştır.

Bizim ABD’li bir savcının yazdığı iddianameden öğreneceğimiz, bulacağımız, şimdi oldu diyeceğimiz esasen bir şey bulunmamaktadır.

İranlı kaçakçının çevirdiği dolapları, yediği herzeleri biz zaten biliyor, detaylarıyla hafıza kayıtlarımızda taşıyoruz.

ABD’den duyacağımız yeni bir şeyin olmadığını, olsa bile bunun kanaatlerimizi temelden değiştirmeyeceğini, eğer varsa, okyanus ötesinden kaynaklı siyasi tasarımlara prim ve destek vermeyeceğimizi de açık yüreklilikle ifade ediyorum.

Türkiye veya ABD’de şarlatan her zaman, her yerde şarlatandır, kara paracı, altın kaçakçısı, rüşvet simsarı olmak malum şahıs için değişmeyecek bir kaderdir.

Bu itibarla, derin tahlillere, uzun analiz ve değerlendirmelere gerek olmadığı düşüncesindeyim.

Yine de 4 Nisan’da hakim karşısına çıkarılacak İranlı kara paracının alnına kara bir leke gibi yapışmış tüm iddia ve suçlamalardan dolayı sonuna kadar yargılanması sağlanmalıdır.

Bu hukuki süreçte hükümetin bilgi ve belge verilmesiyle ilgili taleplere soğuk ve mesafeli durmaması başlıca tavsiyemizdir.

İranlı kara para tüccarı yolsuzluk ve kanunsuzlukların hesabını Türkiye’de vermedi, dilek ve temennimiz bari ABD’de vermesidir.

Türk milleti bu kanun kaçağının hakkında ne karara varılacağını, adli sürecin nereye kadar uzanacağını sabırla beklemektedir.

Gerçekler ortaya çıkarılmalı, gayri meşru ilişkiler somutlaştırılmalı, suç ve suçlular deşifre edilmeli, yetim hakkına göz koyan haramzadeler halkasının önemli siması bedel ödemelidir.

Madem İranlı kaçakçı tutuklanmıştır, madem mahkemeye çıkarılacaktır, o halde gizli saklı bırakılan, milletimizin gözünden kaçırılan ne varsa hesabı görülmelidir.

Türk milleti bu yargılamanın sonucunu beklemektedir.

Şimdiden söyleyeyim, gün gelecek, devran dönecek 17-25 Aralık’ın hesabı sorulacaktır.

Mazlumların ahı yerde kalmayacak, rüşvet ve yolsuzluktan kararmış devirlerin kapakları ardına kadar açılacaktır.

Şunu unutmayınız ki, Milliyetçi Hareket Partisi, başka başkentlerin arkasına düşmeyecek kadar onurlu, komşuda pişsin bize de düşsün demeyecek kadar şahsiyetli, akıntıya kapılmayacak kadar iradeli, siyasi operasyonlara gelmeyecek kadar da akıl sahibidir.

İranlı kara paracının aleyhinde ne söylenirse söylensin, milli vicdan hakkındaki hükmü çoktan vermiş, gereğini ifa için sadece uygun zaman ve zemini beklemek için pozisyonunu almıştır.

İnanıyorum ki bu da çok uzak değildir.

Muhterem Arkadaşlarım,

Başbakan Davutoğlu anayasa konusunda yol haritası hazırladıklarını söylemiştir.

Ve anayasa yazımı için kolları sıvadıklarını açıklamıştır.

Durum böyleyse TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na ne olacaktır?

AKP’de uzlaşmadan kaçmaya mı karar vermiştir?

Davutoğlu’nun bu acelesi nedir, neye yormak gerekmektedir?

CHP’yi ikna için sırasıyla hangi faaliyetler yapılmıştır?

AKP’nin kısa süre içinde TBMM’ye getirmeyi vaat ettiği yeni anayasa hazırlığı toplumsal mutabakatı yok saydığına göre, Türk milleti bu oldubittiye nasıl cevaz verecektir?

Cumhurbaşkanı AKP’yle MHP’nin azami müştereklerinden bahsetmektedir.

Ve iki partinin el birliğiyle yeni anayasayı milletin huzuruna çıkaracağına inandığını söylemektedir.

Bizim AKP’yle azami müştereklerimizin neler olduğu öncelikle iddia sahibinin açıklayacağı bir husus olup bizim meselemiz değildir.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin yeni anayasa çerçevesindeki görüşleri belli ve nettir.

Bizim duruş ve tutumumuzda herhangi bir değişlik olmamış, olmayacaktır.

Bizim AKP’nin tek yanlı, dayatmacı, millet ve devlet çıkarlarını ikinci plana atan anayasa yapımına iyimser bakmamız mümkün değildir.

Ve de AKP’nin başkanlık pençesine alınmış yeni anayasa hazırlık teşebbüsünün doğru, isabetli ve meşru bir tercih olmayacağı da bugünden aşikardır.

AKP, B planına göre davranıp hazırladığı yeni anayasayı TBMM’ye getirdiği takdirde, Milliyetçi Hareket Partisi gerekli demokratik mücadelesini ve kamuoyunu aydınlatma görevini kararlılıkla yerine getirecektir.

Anayasa kapsayıcı olmadıktan, siyasi ve sosyal tarafların iştirakiyle üzerinde geniş bir ittifak sağlanmadıktan sonra hiçbir yaraya merhem olmayacak, hiçbir beklentiye cevap teşkil etmeyecektir.

Bu kadar önemli bir toplumsal sözleşmenin bir ayda yazılması nasıl mümkün olacaktır?

Başbakan’ın bu soruya verecek mantıki bir cevabı olduğuna inanmak istediğimi, Türkiye’nin bu nazik ve kırılgan döneminde anayasa kaynaklı yeni tartışmaların hakikaten de felaketle sonuçlanacağını ikaz ve önemle belirtmek istiyorum.

Ülkemizin kaybedecek, israf edecek zamanı kalmamıştır.

Biliyoruz ki, yeni gelişme ve dinamikleri kavrayamayanlar, gerekli atılım ve dönüşümleri başaramayacak ve hatta anlamlandıramayacak olanlardır.

18. yüzyılda başlayan gelişmeleri ve tehlikeleri zamanında fark edip idrak edememiş olmanın bedelini, iki yüz yıl süren bir “geri kalmışlık” süreciyle Türkiye pahalı bir şekilde ödemiştir.

Bu nedenle, geleceği belirleyen değil, başkalarının belirlediği geleceğe doğru sürüklenen bir ülkede siyaset değer üretemeyecektir.

Bugün yeniçağın dinamiklerini yorumlayarak Türk milletini ve Türkiye’yi küresel alana milli kimlik ve değerleri ile taşıma mecburiyetimiz vardır.

Köklü dönüşümü başarmak ve geri kalmışlığın bütün tortularını tasfiye etmek, önümüzde tarihi ve milli bir görev olarak durmaktadır.

Bunun için de kavgaya değil barışa, ihtilafa değil uzlaşmaya, ayrılmaya değil birleşmeye, yalana ve kişisel amaçlara hizmete değil Türk milletinin aydınlık geleceği için fedakarlığa ihtiyaç vardır.

Türk siyasetine düşen görev, kafa karıştıran, akıl çelen, ufuk daraltan zihniyetlerin etki alanına takılmadan hak bildiği yolda arkasına bakmadan hızlı adımlarla yürümektir.

Ancak böylesi bir emin ve sağlam yürüyüşün istikrarlı hızı bizi, bizden önce yola çıkmış ve maalesef gelişmişlikte fark atmış toplumlara yetişmemizi ve onları geçmemizi sağlayacaktır.

Yeni anayasa hazırlık süreci şayet geniş kapsamlı bir mutabakata dayanır, milli ve manevi gerçekleri ihtiva ederse gelişme ve kalkınma yolunda önemli bir eşik aşılacak, yoksa 140 yıllık tartışmalar artarak devam edecektir.

Türk siyaseti ve siyasetçisi, hukuk kurallarının tam ve eksiksiz işlediği bir ortamda, ülke kaynaklarını en iyi ve en verimli bir şekilde kullanarak ülkesini geleceğe hazırlayıp taşımakla mükelleftir.

Herkesi de bu ortak amacın gerçekleşmesi yolunda göreve, sorumluluk almaya davet ediyorum.

Şayet samimiyetle istersek Türk Milleti;

Manisa’sı, Siirt’i, Afyon’uyla,

Malatya’sı, Şırnak’ı, Adana’sıyla,

Batman’ı, Balıkesir’i, Ağrı’sıyla,

Samsun’u, Hakkari’si, Rize’siyle,

Erzurum’u, Trabzon’u, Muş’uyla,

Iğdır’ı, Diyarbakır’ı, Bitlis’iyle,

İstanbul’u, Ankara’sı, İzmir’i, kısaca 81 iliyle;

Doğusu ve Batısıyla, Kuzeyi ve Güneyiyle ayağa kalkacak ve 79 milyon tek yumruk olacak, inşallah bir güneş gibi doğacaktır.

Aziz milletimiz müsterih olsun. Gönlünü geniş tutsun.

Milliyetçi Hareket husumete değil, son ferdine kadar kardeşliğe vardır.

Ancak, milli varlık tehlikeye düşerse gereğini yapmaya da hazırdır.

Bayrağın gönderden indiği yerde,

Bin yıllık kardeşliğin katledilmek istendiği anda;

Maldan, mülkten ve candan vazgeçmeye hazırdır.

Bu bizim Türk tarihine olan şeref sözümüzdür.

Kutlu ecdadımıza olan namus borcumuzdur.

Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son verirken sizleri bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, her birinizi Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun var olun.