TÜRKLERİN MANEVİ VE IRKÎ GÜZELLİKLERİ
TÜRKLERİN MANEVİ VE IRKÎ GÜZELLİKLERİ
Atalarımızın yiğitlik ve cesaretleri, zekâ ve ileri görüşlülükleri, teşkilatçılık yetenekleri gibi dünyaya ün salmış manevî üstünlüklerine karşılık, maddî güzellikleri de bütün Doğu milletlerinin tarih ve edebiyat kaynaklarında birçok yankılar bırakmıştır. Batı estetiğince eski Yunan tipi ne ise, Doğu estetiğince de eski Türk tipi odur. Onun için Avrupa’da her şeyden evvel “kuvvet” timsali olan eski Türk, Asya’da her şeyden önce “güzellik” sembolüdür. Mesela bundan 900 yüzyıl önceki muhteşem Türk tipini çok yakından incelemiş olan meşhur Arap şairi Ebu-İshak il- Gazzi, Türk ırkının yiğitlik ve cesaret ile fevklâde güzellik gibi Doğu’da ve Batı’da mesel ve misâl hâline gelen en göze çarpan niteliklerini şu zarif kıtasında ne güzel karşılamıştır (İbn-ül-Esir, “El-Kâmil fî tarihi, c. 10, s. 254).
“Türk askerinden bir bölük yiğit hücuma kalkınca,
Onların müthiş nâralarının yanında,
Yıldırımın ne gürültüsü duyulur, ne de akla gelir!
Bu millet, öyle bir millettir ki eğer güler yüzle karşılanırsa,
Güzellik ve güleçlikte meleklere eş gibidir,
Üzerine hücum edilecek olursa da ifrit kesilir.”
İran’ın en büyük lirik şairi Hâfız-ı Şîrâzî’nin bir gazelinde Türk ırkının hem beyaz rengine, hem de fevkalâde güzelliğine çok zarif bir göndermede bulunan şu beyti D’Herbelot, J. B. Nicolas vesaire gibi birçok şarkiyatçılar alıntılamış ve izah etmişlerdir (Dîvan-ı Hafız, 1256 Bulak baskısı, s. 5):
“Şiraz’ın o parlak Türk’ü (güzeli) bizim gönlümüzü hoşnut edecek olursa, biz de onun kara benine Semerkant’la Buhara’yı feda ederiz.”
Hafız’ın bu çok bilinen şiirinde iki milletin ismi geçer ve bunlar Acem dilindeki mecâzi manalarıyla birbirine zıt iki sıfat şeklinde kullanılmıştır. Çünkü Acemcede “Türk” ismi Türk ırkının beyazlığıyla güzelliğinden kinaye olarak yerine göre “beyaz”, “parlak”, “güzel”, ve “sevgili” manalarını ifade ettiği gibi, “Hidu” kelimesi de, Hintlilerin koyu esmerliğinden dolayı “siyah” manasına gelir. “Türk” bir çehre üzerinde “Hidu” bir ben, beyaz bir yüzde siyah bir benek demektir. Acemcede “Türk” isminin bu mecâzî manalarını ispatlayan birçok deliller vardır. Meselâ güneşe, aya ve diğer birçok yıldızlara bile hep “Türk” ismi verilmiştir (Bürhân-ı katı, 1302 İstanbul baskısı, s. 111).
Türk-i nîmrûz (gün ortası Türkü)= Âftâb-ı âlem füruzdur (cihanı aydınlatan güneştir).
Türk-i Çîn= Âftâbdan kinayedir (güneş kastedilir).
Türk-i hisâri= Şems-ü kamerden kinayedir (güneş ve ay kastedilir).
Türk-i felek-Merrih yıldızıdır.
Türk-i muarbed-Merrih yıldızıdır.
Türkân-ı çarh/gök Türkleri=Seb’a-i seyyâreden kinayedir (yedi gezegen kastedilir).
Bu örneklerde güneş, ay ve yıldızlar gibi parlak şeylere hep “Türk” isminin verilmesi eski Türk tipinin “güzellik”, “beyazlık” ve “parlaklık” kavramlarını en mükemmel temsil eden tip olmasındandır ve Hafız’ın beytinde “Türk” ve “Hindu” kelimeleriyle yapılan tezat oyunu da işte bununla izah edilmektedir. Acem şiirinde “Türk” isminin bu parlak manalarda kullanılması yalnız Hafız’a özgü değildir; ondan evvel ve sonra daha nice şairler bu kelimeyi hep o manalarda kullanmışlardır. Mesela ünlü Ömer Hayyam’ın rübâilerine göre de “Türk kadın veya erkeği İranlılar nazarında güzellik timsalidir” (Danişmend, 2007, s.16-18).
Sıtkı Nazik, “Klasik Şiirde Türk Güzeli” adlı araştırmasında Türk kelimesi hakkında aşağıdaki bilgileri aktarmıştır:
Türk kelimesi için mecazen “güzel genç/delikanlı veya kız, sevgili” denmektedir (Steingass 2005: 296). Bu bakımdan anlamsal seyri içinde zamanla Türk kelimesi “güzel insan” ve “sevgili” ile eş anlama sahip bir kavram hâlini almış, insandaki ideal fizik güzelliğini ifadede bir ölçüt olmuştur. Fars dilinde Türk ismi, etnik manasının ötesinde “sevgili” sözü yerine geçen bir kavram olmuştur. Şiirdeki tasavvura göre, Türk gulamları cenk meydanlarında kılıçları ve okları ile savaşırlarken Türk güzelleri de birer ok olan kirpikleri, yay çeken kaşları, çekik gözlerinin kılıç misali yan bakışları ile aynı görevi üstlenmektedirler. Arap ve İran şairlerinin, insanda ideal fiziki güzelliğin timsali olarak gördükleri Türk tipinin cemal vasfı yanında, celal tarafları olan savaşçı yönüyle ilgili ok, yay, kılıç, hançer, kement gibi unsurlar, Türk güzellerinin şahsiyetinde oluşan yeni sevgili ve güzel tasavvurunun bir başka yönünü oluşturmuştur (Akün 2013: 142-143).
Güzellik konusunda Türkleri örnek gösterip sevgililerini Türk güzelleriyle kıyaslayan Arap şairlerin yanı sıra, Türk güzellerine âşık olan bazı şairlerin onlar için gazeller bile yazdıkları vakidir (Civelek: 5). Nitekim bir kısım Arap şairler, Türklerin kadir ve şereflerinin yüce olduğunu, üstün savaşçılık ruhuna sahip bu kavmin, güzellik ve iyilikte meleği, savaş zamanlarında ise birer ifriti andırdığını söylemektedirler (Yaltkaya 1936: 318, Nazik, S. 2018, s.140)
Kâşgarlı Mahmud, Oğuzlar ile Farslar arasında karışmalara işaret ederse de bununla ırkî değil lisanî ve kültürel münasebetler kastedilmiştir (B.Atalay, Divân.,I, s. 76, 401). Esasen onun zamanında Oğuzların muhacereti çok yeni olduğu için kan karışması bahis mevzuu olamayacağı gibi İslâmiyeti kabul edinceye kadar Karlukların Oğuzlardan daha fazla İran ve İslâm tesirlerine maruz bulunduğu da malûmdur (Barthold, Dersler, s. 69.).
Oğuzların şark Türklerinden olduğu gibi İranlılardan da farklı bir simaya sahip bulundukları ilk Selçuk devrinde müşahede ediliyordu. Filhakika Kirman Selçukluları hüküm darı Turan-şah (1085-1097) zamanında ceryan eden bir hâdise bu bakımdan kayda şayandır. Bu hükümdar, sarayında çalışan bir marangoza, çırağının Türk’e benzemesi dolayısıyla, bu çocuğun kimin olduğunu sorar. Marangoz: “Bu meselenin sorumluluğu size aittir. Zira Konak Kanununa (hükm -i nuzûl) göre evimde bir Türk askeri oturmaktadır. Anası bu çocuğun benden olduğunu söylerse de bunun cevabını vermek size düşer” beyanında bulunur. Ustanın bu ifadesinden müteessir olan Turan-Şah derhal sarayını ve ordugâhını şehrin dışına nakleder. Orada cami, medrese, zaviye, hasta-hâne (bîm âristan) ve hamam yapar; bunlara vakıflar te’sis eder. Beyler (kumandanlar) ve devlet adamları da orada köşkler inşa eder; bu suretle hükümet erkânı ile ordu şehrin dışına çekilirler”. Böylece esmer İranlılara nazaran Türkler daha farklı bir sîma arz ediyorlardı. Bu gibi hâdiselere ilhanlılar zamanında da rastlanmıştır. Oğuzlar da Peçenek, Bulgar ve Kıpçaklar gibi, İranlılara nazaran, bir şark-şimal (doğu-kuzey)kavmi olarak tanınmakta idi.
Bununla beraber Türkler ile İranî kavimler arasında bazı kaynaşmalar da vuku buluyordu. Selçuklulardan önce Hârizmlilerin de “Suret ve tabiatları ile Türklere benzediği” erkenden dikkati çekmişti. Nitekim Selçuklular ve Hârizm şahlar zamanında bu yüksek medeniyet ülkesi ilerlemeye ve Türkleşmeye devam etmiş ve Moğol devrinde bu etnik hâdise tamamlanmıştır” (Mukaddesi, s. 285; Kazvinî, s. 520; Yakut, II. s. 369). Hârizm gibi Mâverâünnehir’de ve Şarkî Türkistan’da da asırlarca süren Türk göçleri sayesinde yerli Aryanî kavimler temsil edilmiş ve Türkleşmiştir. Nitekim Kâşgarlı Mahmud, XI. asırda Buhara ve Semerkant bölgesinde Soğdlular, Şarkî Türkistan’da Gencek ve Hotanlıların Türkçeden başka kendi dillerini de konuştuklarım belirtir. O: “Tat’sız Türk, başsız börk bolmas” atasözü ile Türkler ile Şarkî İran kavimleri arasındaki karışmalara işaret eder.” Bu gibi muayyen bölgelerde vuku bulan bu karışmaların göçebelerle değil, yerleşik hayata geçen Türklerle cereyan ettiğini de kaydetmeliyiz (Turan, 1969, c,1. , s.31-32).
ilk Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının sîma tasvirleri de Garp Türklerinin ırkî vasıflarını tespit bakımından lüzumludur. Alparslan “Uzun boylu, uzun bıyıklı ve heybetli bir padişah” idi. Oğlu Sultan
Melik Şah da beyaz-kırmızımtırak çehreli, güzel yüzlü, uzun boylu, top sakallı ve pazıları kuvvetli olarak tasvir edilmiştir. Sultan Sancar “Buğday renkli, güzel yüzlü, çiçek bozgunu, uzun boylu, geniş göğüslü, şişman, sakalları tam ve heybetli bir padişah idi”. Bu sîma hususiyetleri henüz karışmamış bulunan ilk Selçuklu sultanlarının nasıl Moğol tesirlerinden uzak, İranlılardan ve hatta Şark Türklerinden farklı olduklarını meydana koyar. Türkiye Selçuklu sultanlarının simaları hakkında daha az kayda sahibiz. Gürcü kraliçesi II. Tahamara Kılıç Aslan’ın oğlu şehzade Süleyman’ın güzelliğini duymuş ve yaptırdığı resmini görünce kendisine evlenme teklifinde bulunmuştur. III. Gıyaseddin Keyhüsrev orta boylu ve yakışıklı idi. Musul-Halep atabeyi Nureddin Mahmud uzun boylu, güzel yüzlü, alnı geniş, rengi esmer ve sakalları gür (bir rivayete göre de yalnız çenesinde) olarak tarif edilmiştir” .
Osmanlı sultanlarına ait tasvirler Oğuz tipinin dikkate şâyân örneklerini gösterir. Kayı boyundan gelen Osmanlı sultanları, Osman ve Orhan gazi ince ve uzun boylu, burnu kavisli, mavi gözlü, kumral saçlı, yüksek alınlı, geniş göğüslü, beyaz tenli ve kolları adaleli idi. Bu kayıtlar resimleri ile iyi bildiğimiz “Fatih Burnu”nun daha başlangıçta Osmanlı Hanedanında mevcut olduğunu, bütün karışmalara rağmen, hârikulâde hâkim bir irsiyetle, bu vasfın son Osmanlı padişah, şehzade ve sultanlarına kadar devam ettiğini ifade eder. Şemâil-nâme Sultan Murad’ın da kartal burunlu olduğunu gösterir. Fâtih gibi, sarayı resimlerle süsleyen Yavuz Sultan Selim, yapılan resmin dedesine benzemediğini, zira çocuk iken onun kucağında oturduğunu ve kartal burunlu olduğunu hatırladığını söyler. Kanunî Sultan Süleyman’ın da, resimlerine uygun olarak, kartal burunlu olduğu yabancı elçiler tarafından belirtilmiştir. Dede-Korkut kitabının Oğuzlara ait tasvirleri de diğer kaynaklara uygundur.
Türkiye’de göçebe ve yerleşik Türklere ait tasvirler de garp (batı) Türklerinin sima hususiyetleri için ehemmiyetlidir. X III. asırda Sinop şehrini tasvir ve metheden bir Türk şâiri bu şehrin uzun boylu, mütenasip endamlı ve çok güzel kadınlarla dolu olduğunu ifâde eder. XIV. asrın ilk yarılarında Anadolu’yu gezen İbn Batûta halkın birçok meziyetlerini anlatırken “Allah bütün iyilikleri bu diyarda toplamış olup, ahalisi çok güzel bir surettedir” der. XV. asırda göçebe Türkmenler hakkında güzel bilgiler veren de la Broquiere adlı Fransız seyyahı Çukurova’dan bahsederken “bu çok güzel memleket deniz ile dağlar arasında olup tamamıyla Türkmenlerle meskûndur. Bunlar çok güzel insanlar olup çadırlarda otururlar” kaydını verir. Bir başka seyyah da çadırlarda yaşayan ve otlaklarda dolaşan Türkmenlerin “Çok misafirperver, âlicenap ve hayırsever; uzun boylu, yüzleri renkli, bakışları sert ve kadınların çok güzel” olduğunu söyler. Bu kadınların erkeklerden kaçmadığını, Türk kadınlarından daha renkli, taze ve zarif bulunduğunu söyler. Anadolu’da yerleşen göçebe Türkmenler ve Yürükler bugüne kadar bu vasıfları muhafaza etmişler ve garp Türklerinin güzel bir tipini temsil etmişlerdir. Oğuz Destanı, Oğuz doğunca babası Karahan, çocuğun “Güzelliğinden hayrette kalmış; kavmimiz ve uruğumuz içinde bu kadar güzel bir çocuk dünyaya gelmemiş” olduğunu belirtir. Destanın Uygurca rivayetinde “Oğuz’un yüzü gök, ağzı ateş gibi kızıl, gözleri mavi, saçları ve kaşları kara ve vücudu kıllı idi”. Onun evlendiği kızların da gözleri gök gibi (mavi) ve saçları su gibi dalgalı olarak tasvir edilmiştir”. İran ve Arap edebiyatları Türk güzellerine dair şiirlerle doludur ve bu sebeple de Farsçada “Türk” kelimesi güzel ve sevgili mânasını almıştır (Turan, 1969, c, 1, s.32-33).
Eski Türk yiğitlik ve cesaretinin ve yüksek zekâsıyla teşkilatçılığının Avrupa, Asya, Afrika ve hatta Okyanusya fetihleriyle neticelenip insanlık tarihinde yeni devirler açması, bütün millî ve genel tarihleri doldurmak suretiyle Türk’ü yeryüzünde bir kuvvet ve kudret simgesi hâline getirirken, ırkî tipinin eşsiz güzelliği de Asya milletlerinin gönüllerini büyüleyerek, şiirleriyle masalarında ve hatta millî efsanelerinde tükenmez izler bırakmıştır. Fakat atalarımızın bütün bu tarihi ve ırkî üstünlükleriyle güzelliklerini gölgede bırakan büsbütün başka bir erdemleri daha vardır ve o da manevi güzellikleridir. Bugün tamamıyla unutulan, eski Türk karakter ve ahlakı, Hıristiyan ve düşman Avrupa milletlerini bile asırlarca ecdadımıza hayran eden en muhteşem yönümüzdür.
İnsanlık tarihinde hiçbir millet, eski Türk toplumu kadar melekleşmemiştir. Çeşitli Avrupa milletlerine mensup araştırmacılar, asırlar boyunca Türkiye’ye gelip Osmanlı Toplumunun başında bulunan Türk milletini yıllarca inceleyerek birçok eserler kaleme almışlar ve birbirlerinden habersiz bu farklı yüzyıllardaki çeşitli milletlerin çoğunlukla düşmanlık duygularıyla dolu yazıları, nihayet hakikati
itirafa mecbur kalarak Türk karakter ve ahlakının yüksekliği hususunda hiç farkında olmadan hep birbirlerini doğrulamışlardır.
Bu araştırmacıların birçoğu, eski Türk’ün Batı âlemini asırlarca hayran bırakan mânevî yönün büyüklüğünü Kur’an’a borçlu olduğunda hem fikirdir. Bu görüşün doğruluğunda hiç şüphe yoktur. Ancak, şu hakikati de unutmamalıdır ki, diğer Müslüman milletler, bu mânevî ve ahlâkî seviyeye Türkler kadar yükselememişlerdir. Elbette bunun sebebi, tıpkı zekâ, yiğitlik ve cesaret, teşkilatçılık ve güzellik gibi ırkî yetenekler kabilinden bir meziyette aranmalıdır. Çünkü eski Çin, Bizans, İran, Süryani ve Arap kaynaklarındaki açıklamalardan anlaşıldığına göre, Türk milletinin İslâm’dan önceki devirlerde de ahlâki seviyesi diğer milletlerden çok üstündür. Hilekârlık, vurgunculuk, zina, vesaire gibi yüz kızartıcı hareketlerden tamamen uzak oldukları genellikle oy birliğiyle kabul edilir. Mesela Süryani Mikâil vakayinamesinin 3. Cildinin 152. Sayfasında, o devirlerden söz ederken bu noktada şöyle denilmektedir:
“Türklerin meziyetleri vardır. Hilekârlık ile sahtekârlık bilmezler ve doğruluktan ayrılmazlar. Karı koca ihanetinden çekinirler, onun için Türkler arasında zina ender bir şeydir: Bunun sebebi, Türk kanunlarının ikinci ve üçüncü defa evlenmeyi, yani çok kadınla evlenmeyi yasaklamamasıdır”. (Danişmend, 2007, s.19)
İstanbul’un Türk mahallelerinde ne ağlayan bir kadın sesi duyulur, ne de ağlayan bir çocuk vardır. Hatta ve hatta ürkek bir hayvan bile göremezsiniz. Türk kedileri insandan kaçmaz. Çünkü onlar hiçbir zaman hayvanlara kötü muamele etmezler (Coludde Farrere, Tarihsiz, s.22).
İslâm dini dört kadına kadar evlenmeyi yasaklamamasına rağmen, tavsiye edilen evlikik tek eşliliktir. Türkler İslam öncesi dönemlerde de tek eşle evlenirlerdi. Kadınlar Arap ve Batı toplumunun aksine Türkler arasında çok değer görürdü. Türklerin büyük devletler ve medeniyetler kurmasında Türk toplumundaki kadın anlayışının ve kadınların büyük yeri ve önemi olmuştur.
“Melikşah tahta çıkınca, iç çekişmeler başladı. Bir gün namaz kıldıktan sonra vezire dönüp, ne dua ettiniz diye sorduğunda vezir, “Galip gelmenizi”, demişti. Melikşah cevap olarak, “Ben de, Müslümanlara hükümdar olmaya kardeşim benden daha layık ise, zaferin ona nasip olmasını Allah’tan istedim,” demişti. Bunu anlatan Gibbon, ”İç savaşlar sırasında Türk hükümdarının bu sözleri kadar saf ve âlicenap söze rastlanmaz,” görüşünü ekliyor ” ( Erer, 1993, s, 17).
“Sultan Sancar zamanında Merv’de doğan Fahreddin Mübarek–Şah, Türklerin hâkimiyetlerini ve dağılış sahalarını düşünerek, Çin’den Rum ülkelerine, şimâlin buzlu bölgelerinden Hindistan’a kadar uzanan bütün memleketleri “TÜRKİSTAN” hudutları içine almakta ve yeryüzünde Türkistan kadar büyük bir ülkenin bulunmadığını söylemekte ve bunu Türklerin üstünlüklerinden biri olarak göstermektedir”(Turan, 1993, s: 414).
Yakut da Mu’cem ul –buldan adlı eserinde dünyanın meskûn dört kısmından birinin Türk ülkesi (Arz üt-Türk) olduğunu, Hindistan’dan Rum hudutlarına kadar uzandığını söyler. Mübârek-şâh Türklerin meziyetlerini sayarken her millet arasında Müslüman olduktan sonra irtidat eden (dinden dönen) bulunduğu halde Türklerin müstesna olduğunu yazar. Zîra Türkler İslâmiyet’e öyle bağlanmışlardır ki onlardan bir kimsenin ailesini ve memleketini hatırlayarak bu dinden döndüğünün görülmediğini, her millet mensubu, kendi memleketinden ayrıldığı vakit, zelil düştüğünü, hâlbuki bunun aksine Türkler, İslâm memleketlerine gelince kadir ve kıymetlerinin, kumandan ve emir (hükümdar) olduklarını söyler ve böylece hizmetlerinde menşei köle olan Gazne ve Hindistan sultanlarının durumunu izah eder. Müellif, Türklerin bu meziyetleri dolayısıyla de efsânevî Türk Pâdişahı Afrasyab’a (Oğuz Han’a) atfolunan: “Türk denizdeki bir sedefe benzer; orada (denizde, yani kendi kavmi arasında) iken kadri (kıymeti) bilinmez, lâkin denizden çıktıktan sonra pâdişahların tâcı ve gelinlerin süsü olur” sözünü nakleder.
Kâşgarlı Mahmud gibi o da tabii Kur’an dili olan “Arapçadan sonra Türkçeden daha iyi ve heybetli bir dil yoktur. Eski zamanlardan beri emir ve kumandanların çoğu Türk olduğu ve devlet,
nimet, altın, gümüş de ellerinde bulunduğu, büyükler, asiller ve bütün halk onların hizmetinde ve Türklerin devleti sayesinde mesut ve hürmetkâr olduğu için bu gün insanlar eskisinden fazla Türk diline rağbet etmektedir” mütalaasını beyan eder. Rubruck ve Marko Polo gibi Avrupalı seyyahlar da Anadolu’ya Türkiye ve Balkanlardan ve Tuna havzasından Cenûbi (Güney) Rusya’dan Çin hudutlarına kadar uzanan geniş Asya ülkelerini “Büyük Türkiye” (Magna Turkia) adıyla zikrederken Kaşgârlı ve Mübârek Şâh gibi bir realiteyi ifade ederler.(Kaşgarlı Mahmud gibi Fahreddin Mübarek şah’ta Kur’an dili olan “Arapçadan sonra Türkçeden daha iyi ve daha heybetli bir dil yoktur. Eski zamanlardan beri emir ve kumandanların çoğu Türk olduğu ve devlet, nimet, altın, gümüş de ellerinde bulunduğu, büyükler, asiller ve bütün halk onların hizmetinde ve Türklerin devleti sayesinde mesut ve hürmetkâr olduğu için bugün insanlar eskisinden fazla Türk diline rağbet etmektedir” görüşünü ileri sürmektedir (Turan, 1993, s.415).
Batılı Gözüyle Türkler
Osmanlılar öncelikle faziletli, adaletli, iffetli, izzetli, cesur, vakur, hoşgörü sahibi, dost, mütevazi (alçak gönüllü) ve mütebessim (gülümseyen), gösteri ve gösterişten kaçınan kıble yürekli insanlardı… Osmanlı atalarımız, tanısınlar tanımasınlar, “Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır” hadisi ve “Selamı yayınız” tavsiyesi çerçevesinde, karşılaştıkları herkese gülümseyerek selam verirler, tanıdıklarına ayrıca hal-hatır sorarlar, aile efradına (ailenin diğer bireylerine) selam yollarlardı. Böylece gönüller birbirine ısınır, geniş anlamlı toplumsal bir mutabakat oluşurdu. Osmanlı gerçek anlamda bir barış ve kardeşlik toplumuydu. Hasbelkader nefsine yenilip biriyle kavga edeni, mahallenin önde gelenleri birkaç gün içinde barıştırırdı. Olmaz da küslük uzarsa, dört gözle kaydeder: “Her kimin bir düşmanı varsa, bayramlarda ona gidip af dilemek zorundadır. Öteki de el öpmeden ve tokalaşmadan önce affettiğini söylemek mecburiyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübarek olması mümkün değildir. “Bu esaslara riayet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık (tabii ki abartıyor) telakki edilip dışlanırlar.” Du Loir görüp incelediği toplumsal yapıdan o kadar etkilenmiştir ki, Osmanlı Türk toplumunun bazı kötülüklerden haberdar olmadığını düşünmekten kendini alamamıştır:
Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler: Dinlerinin bu husûsa âit bir hükmü gereğince cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini âdetâ îlân etmek durumundadırlar. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü onlar için umumi bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında el sıkışırlar. Küçükler büyüklerin elini öptükten sonra başına koyup, ‘Bayramın mübârek olsun!’ der.”
Böyleydi, çünkü kişisel ve toplumsal ilişkilere henüz “menfaat” hükmetmiyordu. “Kardeşlik” en belirleyici öğe idi. Bu yüzden insanlar arasında kıyasıya bir rekabet oluşmaz, en azından rekabet, kırıcı ve incitici boyutlara ulaşmazdı. Osmanlı edebi ve nezaketi dünyaca meşhurdur. İslam’la yoğrulan yürekler bugünkü halimizle mukayese edilemeyecek kadar duyarlıydı. “Tevazu” ve “doğallık” sıradan meziyetler sayılırdı. Hayata “Alçakgönüllülük” ve “yardımseverlik” hâkimdi. “Küstahlık” nedir bilinmez, büyüklerin sözü kesilmez, bilgiçlik taslanmaz, ar, namus ve hayâ gibi kutsallar es geçilmezdi. Kadınlara karşı dinamiklerini imandan alan derin bir hürmet beslenirdi. Erkek ve kadın arasında mutlak surette bir mesafe vardı. Bunun belirleyicisi “Zinaya yaklaşmayın” mealindeki âyetti. Sokakta karşılaşılan kadına asla dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadının sokakta rahatça yürümesi için, erkekler kendilerini hafif alargaya çekerler, kadına yol verirlerdi. (Sonra nasıl olduysa bu durum tersine döndü: Köylerde kadınlar erkeklere yol vermek için kenara çekilip çömelmeye başladılar). Her kadın toplumsal edebin bir gereği olarak anne, teyze, hâlâ ve bacı olarak görülürdü. Onları rahatsız edecek en küçük davranışta bile bulunulmaz, bulunanı toplum müthiş yadırgar, büyükler derhal müdahale ederlerdi. Lady Craven erkeklerin kadınlara karşı saygısını “aşırı” bile bulduğunu hayretler içinde şöyle dile getiriyor:
“Türklerin kadınlara karşı olan muameleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Meselâ bir erkek ağır bir suçtan dolayı idam edilip bütün mal varlığına el konsa bile karısına ve çocuklarına gayet iyi muamele edilir. Kadınların mücevherlerine dokunulmaz. Çocuklar devlet himayesine alınıp bırakılır.”
(Zamanın Avrupa’sında idam edilen erkeğin tüm mal varlığı ile birlikte yakınlarının takılarına da el konulurdu).
Osmanlı toplumunda “Nemelazımcılık” yoktu. En azından bu kadar yaygın bir hastalık değildi. Tüm toplum, kaynağı din olan geleneklerin bekçisiydi… Bunların bozulmaması için herkes üzerine düşeni yapar, bir bakıma her vatandaş “gönüllü polis” gibi çalışır, herkes “vatandaşlık” sorumluluğunu yerine getirirdi. O kadar ki, mahalle kabadayıları bile, toplumsal düzene bekçilik ederlerdi.
Osmanlı toplum hayatı konusunda Avrupalı gezginlerin sayısız tespitleri olmuştur. Bunlardan Guer şöyle diyor: “Türklerin pek mükemmel görgü kuralları vardır. Hepsine can-ı gönülden riâyet ederler. Birbirleriyle karşılaştıklarında sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar. Muhataplarına, müjdeleyici bir surette, yani rütbe ve mevkilerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi vasıflarıyla hitap ederler” (Bahadıroğlu, 2011, s. 15-16).
Yabancı gezgin ve gözlemcilerin, Osmanlı insanının nezaket, nezafet, temizlik, görgü, incelik ve insan ilişkilerine dair tespitlerini aktarmaya bugün de devam ediyoruz… Meşhur Fransız gezgin Brayer şunları söylüyor:
“Türk halkının üstü-başı çok temizdir. Hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları dil hoş ve ahenklidir… Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları ter temizdir! Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir… Brayer, hayranlıkla devam ediyor:
“Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, bir kaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe aykırı lâubâlilikler yoktur.” Sözü Avrupa’da eşine rastlanmayan bir konuya getiriyor: “Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezâket içindedir. Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hayran olmamak elde değildir.”
Tanınmış yazar Edmondo de Amicis ise Osmanlı halkını şöyle anlatıyor:
“Tetkik ve tespitlerime göre, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi bir yabancı için hiçbir hakâret ve zarâra uğrama tehlikesi yoktur. Hatta namaz vakitlerinde bile camileri gezmek kabildir! Bu ziyaretlerde bir yabancı, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha çok hürmet ve riayet görebileceğinden emîn olabilir. “Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla meraklı bir bakışa bile hiçbir zaman tesadüf edilmez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Sokakta kavga eden ayak takımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.”
Şimdi sıra Du Loir’da… Yıllarca incelediği toplumsal yapımızı bize şöyle anlatıyor:
“Hıristiyan memleketlerinde pek yaygın olan küfürbazlık, öfke ve intikam hissi Türklerde yoktur. Çünkü bunlar içki ve kumarın kışkırttığı alışkanlıklardır. Osmanlılar için içki ve kumar da meçhuldür. Sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı ise, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır. Onlar yalnız ‘Vallâhi’ şeklinde Allâh’a yemin ederler” (Bahadıroğlu, 2011, s.17).
Du Loir haklı: Osmanlıların hayreti bile zikirdi. Şimdi olduğu gibi “Vaaaav yaaaa” diye Amerikan kırması çığlıklar atılmazdı. Hayretlerini “Allah Allah”, Fesübhanallah”, “Lailahe İllallah”, “Tövbe estağfurullah” gibi kelimelerle ifade ederlerdi. Sakınmak istediklerinde “Neuzubillah” çeker, her işe “Bismillah” ile başlarlardı. Öfkelenmeleri halinde “Ya sabır” der, haksızlığa uğramaları karşısında “Hasbünallâhü ve ni’mel-vekîl!” diyerek Allah’ı kendilerine “vekil” ederlerdi. Tekke ve zâviyelerin duvarlarında teselli edici levhalar asılıydı: “Bu da geçer ya hû!”, “Vazgeç ya hû!”, “Hoş gör ya hû!” Toplum “yaşamak” ve “yaşatmak” temelinde yücelmişti. Bu yüzden cinayete pek rastlanmazdı. Oysa
aynı dönemde düello, (iki kişinin bir birlerini öldürmeleri) Avrupa hükümetleri tarafından “yasal” sayılırdı. Paris sokaklarında ve meydanlarında düello edenlere çok sık rastlanırdı. Hırsızlık, soygun, kapkaç gibi suçlar da meçhul sayılırdı. Bu tür şunları yazıyor: “Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir.”
Fransız müellif Dr. Brayer de 1830’ların İstanbul’unu şöyle anlatıyor:
“Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul’da her sene azami beş-altı hırsızlık vak’ası görülür.” Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, şu hükmü veriyor: “Haksızlık, mürabahacılık (Tefecilik), inhisarcılık (tekelcilik) ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür… Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır.”
Şimdikinin aksine, eski İstanbul sokakları genel olarak sakindi. Her yer güven içindeydi. Herkes günün her saatinde istediği yere hiçbir endişe duymadan gidebilirdi. İngiliz sefiri Sir James Porter 1740’ların İstanbul’unu şöyle tasvir ediyor:
“Gerek İstanbul’da, gerekse İmparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır.” Osmanlı insanı hırsızlık, gasp, kapkaç nedir bilmezdi. İstanbul’daki gasp, kapkaç, hırsızlık, soygun olaylarını gazetelerde okudukça eski halimizi nasıl da özlüyorum bilemezsiniz. “Bu muazzam payitahtta” diyor.
Fransız tarihçi M. A. Ubicini, “dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vak’aları olmadan gün geçmez.” Çevreyi kirletmek ise bir Avrupalı alışkanlığıydı. Osmanlı insanı, “kul hakkı” sayıldığı için yerlere çöp atmaz, ortamı kirletmezdi… Hatta “Ağaçlar zikreder” düşüncesiyle, ağaçları yeşertmeye çalışırlardı. Mesela kurak günlerde ücretle adam tutup sokaktaki ulu çınarları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yaparlardı. Osmanlı insanı asla yere tükürmezdi. Bazı Batılı gözlemciler, sırf yere tükürmedikleri için atalarımızı eleştirmişti: “Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar.
“Fakat şunu da itiraf etmeliyim ki, (eski Türkler) bu dindarâne hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler.” Osmanlı insanı güzel konuşur, derdini kestirmeden anlatırdı. Sözü gereksiz yere uzatmaz, o zamanın deyişiyle “israf-ı kelam” (kelime israfı) etmezdi. Ayrıca konuşanın sözü asla kesilmezdi. İfadeleri gâyet zarîf ve düzgündü.
Sohbet edenlerin aralarındaki uyumu ve sevgiyi gören Charles MacFarlane, şöyle yazmaktan kendini alamamıştı: “Bu milletin konuşması, bütün diğer milletlere örnek olabilecek kadar güzel ve mükemmel!” (Bahadıroğlu, 2011, s.19-21)
Bu güzel örfe ve adetlerimiz başta Afyonkarahisar olmak üzere yurdumuzun bir çok yerinde 1970’li yıllarda yaşamaktaydı. Hırsızlık olaylarına hiç rastlanmaz, evlerin dış kapılarında bu günkü anlamda kilit bile yoktu, kapılar herkesin kolayca temin edebileceği, bu gün iç oda kapılarında kullandığımız kilit ve anahtarlarla kilitlenir, anahtar kapının üstünde bir yere konulurdu; genelde bu yer kapılara çakılı olan metal kapı numaralarının arkası olurdu. Hatta dış kapılar kilitlenmezdi bile.
Din, ahlak demektir, bütün dinlerin hedefinde yüksek ahlak vardır. Sevgili Peygamber Efendimiz de: “Ben yüksek ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur. Eski Türkler ahlak bakımından da dünyada eşine benzerine az rastlanan bir millettir. Ünlü Arap tarihçisi Cahız, Türklerin Faziletleri adlı kitabında Türk ahlakı hakkında şunları söylemektedir:
“Türkler, yaltaklanma, yıldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık, yerme, riya, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bid’at nedir bilmezler başkalarının malını helal saymazlar…“
Kaşgarlı Mahmud Divanü Lügat-it Türk’te, “Türklerde güzellik, sevimlilik, tatlılık, edep, büyükleri ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, öğünmemek, yiğitlik, mertlik gibi öğülmeye değer, sayısız iyilikler görülmektedir” demektedir.(Kaşgarlı Mahmud, s:352)
Batılılar Türkiye’ye Hicret Ettiler.
Dünyadaki nüfus hareketleri ve sığınma faaliyetleri bu günkü gibi, Doğu’dan Batı’ya değil, Batı’dan Doğuya idi. Almanya ve Avusturya topraklarında bir çok aile adil bir idarede ve insanca yaşamak için Türk topraklarına hicret etmekteydiler.
Kendisini yeryüzünün yegâne imparatoru ilan eden Sultan Süleyman’ın bu büyük dava uğrunda giriştiği hegemonya seferleri esnasında, Protestan mezhebini neşre çalışan Luther’in vaazlarında, Türklere mukavemeti “Allah’ın kuvvetlerine karşı gelmekle bir tuttuğu” ve bir taraftan da “Avusturya topraklarından birçok ailelerine muntazam ve adil bir idarede insanca yaşayabilmek için Türkiye’ye hicret ettikleri” ve hatta bu muhaceretler bir asır kadar devam ettiği için daha sonraları 1041 = 1631 tarihinde Budin Beylerbeyi Hasan Paşa tarafından Palatin Esterhazy’ye zulümden vazgeçilip bu muhaceret cereyanına bir nihayet verilmesi hakkında ihtarnameler bile göndertildiği muhtelif vesikalarla sabittir (Danişmend, 1966, s.127).. Bu hicret, cumhuriyet döneminde de devam etti ve Atatürk döneminde, Almanyadan, Hitler’in zulmünden kaçan 300’e yakın bilim adamı Türkiye’ye sığındı.
Biz Hile Bilmeyen Bir Milletiz!
Bir sefer sırasında Türkeşler devletinin hakanı Su-lu Han ile Emevi ordusu komutanlarından Cüneyd bin Abdurrahman karşılaştılar. İkisinin arasında geçen konuşma hem Türk ahlakı hem de Türklerin İslâmi bir arayış içinde olmaları açısından çok önemlidir. Prof Dr. Zekeriya Kitapçının Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı ve Türkler adlı eserinin 298. Sayfasında anlattığına göre bu olay 730 yılında gerçekleşmiştir. Arap tarihçisi Câhiz bu olaya eserlerinde çok geniş bir şekilde yer vermiştir.
Cahiz’in anlattığına göre, Cüneyd Türklerle Araplar arasında çıkan bu savaşların birisinde Türk Hakanının kıskacı arasında kalmıştı. Hakan Cüneyd’in bu zor durumunu görünce O’na korkmamasını söyledi. Eğer O Cüneyd’e bir kötülük yapmak istemiş olsaydı daha Cüneyd’in derlenip toparlanmasına fırsat vermeden ordusunu toz duman edebilirdi. Hâlbuki O’nun maksadı başka idi. Oysa Hakan, Cüneyd’e, İslâm dini ile ilgili sorular sormak ve öğrenmek istiyordu. Onun için Cüneyd’e korkmamasını söylemiş. (Kitapçı, Z. 1994, s:296) ve:
“Kuvvetlerinin eksik tarafını önceden gördüm, eğer sana galip gelmek veya bir kötülük yapmak isteseydim düşünmeye fırsat vermeden seni toz duman ederdim. Bu hileyi öğrenip de başka Türklere tatbik etmeyeceğini bilsem kuvvetlerinin ve tabyandaki eksik ve hatalı tarafı sana gösterirdim. Senin akıllı ve sülalen arasında şerefli, faziletli ve dinini iyi bilen bir kimse olduğunu duydum. Dininizi tanıyabilmek için sana dini hükümlerinize dair bazı şeyler sormak istedim. Sen bana maiyetinle gel, ben sana yalnız başıma çıkayım, şahsım için bu hususta gerekli olan bazı şeyleri sana soracağım. Sakın benden kuşkulanıp endişeye düşme. Benim gibi bir adama gadretmek yakışmaz. Benim gibi bir kimse önce hile ve hud’asından emin edip de sonra verdiği sözü bozan bir insan değildir. Biz işlerimizde hile yapmayan bir milletiz. Hileyi sadece harpte mubah sayarız. Eğer harp hilesiz olacaksa hileyi harpte dahi mubah görmeyiz (Doğan, 1978, s, 16; Kitapçı, s.296).
Câhız’ın tafsilatlı olarak anlattığı bu görüşmede Sulu Han, Cüneyd’e İslâm’ın, zina yapma, namuslu bir kimseye zina iftirası, gasp, yağma, insan öldürme, kulak, burun kesme, yalancılık, dedi kodu yapma, topluluk içinde yellenme ile ilgili hükümlerini sormuştur. Türkeş Hakanı Sulu aldığı cevapların çoğunu “doğru, doğru” diyerek tasdik etmiş, yalancı, kovucu, saygısız (yellenen) kimseler hakkındaki cezaları (sürgün, halktan uzaklaştırma) az görmüş ve:
“Sadece bu mu? Bana göre kovucu, insanların arasını tutuşturan kimsedir. Böyle bir insanı hiçbir kimseyi görmeyeceği bir yere hapsederim. Alenen yellenenin kıçını dağlar, bu hareketini yapan azasını cezalandırırım. Yalancıya gelince, sizin hırsızın elini kestiğiniz gibi ben de onun yalan söyleyen azasını keserim. İnsanları güldürüp hafif meşrepliğe alıştıran kimseyi ise idarem altındaki yerden sürgün ederim. Onu memleketimden çıkarmak suretiyle fikirlerini ve zihniyetini düzeltirim.
İbrahim Abdülmelik’ten, Abdülmelik Salih’ten, Salih Cüneyd’den nakleder. Cüneyd şöyle demiştir: Bu Türk’ten daha vefalı, daha insaflı, daha anlayışlı, daha zeki birini görmedim. Onunla gündüzleyin üç saat karşılıklı olarak konuştuk, dilinden başka hiçbir yeri kımıldamadı. Ben de dilimden başka hiçbir yerimi kımıldatmadım (Doğan,1978, s:18).
Cüneyd’in insan aklının kapasitesinin sınırlı olduğu, bu yüzden insanın hata yapmaması için mutlaka yüce bir mürşide yani Cenâb-ı Hakk’ın vahyine mazhar olan bir peygambere ihtiyacı olduğu yolundaki açıklaması ve konuyu bu şekilde toparlamasından son derece duygulanan Türk hakanı ona;
Sen şimdiye kadar bundan daha değerli bir söz söylemedin. Hele bu son sözlerinle kalbime derin bir kaygı attın! Diyerek samimi itiraflarda bulunmuştur. (Kitapçı, Z.1994, s. 297).
Bu konuşmaya dikkat edilirse Allah’ın varlığı, birliği ve inanç konularına hiç yer verilmemiştir. Çünkü Türkler İslâmi mânada zaten Allah’ın varlığına ve birliğine inanan Hanif bir karakterde idiler. Onun için sorular Türk ahlakı ile İslâm ahlakının karşılaştırılmasına yönelik özellikte olmuştur. Adeta Türk hakanı yapmış olduğu konuşmaları ile İslâmiyet’in milli bünyelerine uygun olduğunu ifade etmiş, hattâ alenen yellenenlere ve dedi kodu edenlere, yalancılara, insanlığı güldüren ve ahlakını bozocu konuşmalar yapanlara verilen cezaları az bile bulmuştur.
Bir taraftan Batı merkezli tarihin esiri olan bazı Batılı tarihçiler Türkleri barbar ve ikinci sınıf olarak görürlerken, diğer taraftan Batılı tarafsız bilim adamları da ortaya çıkmaya başlamıştı. Bunun da temelinde 19.yüzyılda gelişen Turqueri ve Türkoloji hareketlerinin önemi vardı. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Osmanlıda ortaya çıkmasından önce Avrupa’da Türklüğe dair iki hareketin bulunduğunu hatırlatır. Bunlardan ilki Fransızca Turquerie denilen Türk hayranlığıdır. Türkiye’de yapılan ipekli yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, marangoz ürünleri, cilt ve tezhip işleri, tesbihler, mangallar, şamdanlar, çanaklar, çömlekler ve daha birçok eşyayı büyük paralarla satın almaktan kaçınmayan bir Avrupa burjuvazisi ortaya çıkmıştır. O günlerde Batı’da zengin evlerinde bir Türk odası ya da bir Türk köşesine rastlamak neredeyse sıradanlaşmıştır. Avrupalı ressamların Türk hayatına dair yaptıkları tablolar ile şairlerin ve filozofların Türk ahlakını tavsif (anlatmak-açıklamak) yolunda yazdıkları kitaplar da Turqueri’nin içine girerdi. Lamartin’in, Agust Comte’un, Pierre Loti’nin, Ali Paşa’nın özel kâtibi olan Mismer’in Türkler hakkındaki dostane yazıları bu akmın yansımalarındandır (Meydan, 2007, s.66-67).
Avrupa’da ortaya çıkan ikinci harekete de Türkiyat (Türkoloji) adı verilir. Rusya’da, Almanya’da, Macaristan’da, Danimarka’da, Fransa’da, İngiltere’de birçok bilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara ait tarihi ve arkeolojik araştırmalar yapmaya başladılar. Türklerin çok eski bir millet olduğunu, oldukça geniş bir alana yayılmış bulunduğunu meydana koydular… Özellikle Fransız Tarihçilerinden Deugnes’nin Türklere, Hunlara ve Moğollara ait yazmış olduğu büyük tarihle; İngiliz bilim adamlarından Sir Davids Lumley’in Üçüncü Selim’e ithaf ettiği Kitab-ı İlmü’n-Nâfi (Yararlı bilim kitabı) adındaki genel Türk grameri, aydınlarımızın ruhunda büyük etkiler yaptı. (Gökalp, 1996, s. 11-12)
“İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır. Erkeğin cesur, kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet daha vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir, lâkin mağlup edilemezler.” (Napolyon Bonapart)
“Bütün milletler arasında en namuslu ve dostluk kurmada tereddüt edilmeyecek olan yalnızca Türklerdir. Henüz yabancı tesiri altında kalmamış olan bir köye gidecek olursanız; gerçek misafirperverliğin ne demek olduğunu orada görüp öğrenirsiniz.” (William Martin)
“Poltova’da esir oluyordum. Bu benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi; önümde su, ardımda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş… Su beni boğmak, düşman beni parçalamak, güneş beni eritmek istiyordu; yine kurtuldum. Fakat bugün esirim, Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar bana yaptılar, esir ettiler. Yalnız ayağımda zincir yok, zindanda da değilim; istediğimi yapıyorum. Fakat bu defa da şefkatin, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elma bağa sardılar. Bu kadar âlicenap, bu kadar asil, bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı” (Demirbaş Şarl- İsveç kıralı)
Avrupa Hunları’nda Attila’nın başkentinde bir Bizanslı, Bizans’ta insanın baskı altında tutulmasına ve kanunların yürümemesine karşılık, kendisinin Hun memleketinde hür olduğunu ve korkusuz yaşadığını söylemişti. Çin’deki köleler hürriyet ülkesi olan Asya Hun topraklarına kaçıyorlardı (Kafesoğlu,1996, s. 195).
“Türklerin yalnız sonsuz bir cesareti değil, iradeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekâsı vardır. İşte Türk, bu zekâsıyla zafer kazanır, uygarlıklar yaratır ve insanlık dünyasında en şerefli hizmeti başarır. Zaten Avrupa’nın yarısını yüzyıllardır boyunduruk altına almak başka türlü mümkün olmazdı.” (Çarnayev- Rus komutan)
“Türk asillerin asilidir. Yapma olmayan, gösterişi bulunmayan pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir.”( Pierre Loti)
Doğulu önderler, milletlerinin başından ayrılmayarak her hükümetin temeli olan şu iki kanunu hakkıyla yapıyorlar. İyi yola götürmek ve kötülüklerden korumak. Bu asil hareket Ruslardan fazla ve özellikle Türklerde göze çarpıyor.” (Auguste Comte)
“Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar. Belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır.” (Lady Mary Wortley Montago)
“Türk’ün güzel yüzünü, kuvvetli endamını, pırıltılı kostümünü, zarif tavırlarını, kibar gülüşünü, aslanca kükreyişini fırçayla göstermek mümkündür. Fakat pek güç olan, Türk’ün özünü göstermektir. Bu öz, ayışığı gibi görülür fakat gösterilemez” (Decamps- Fransız ressamı)
“Türklerin yürekleri temizdir. Onlarda batıl fikirler, basit düşünceler yoktur.” (Semame İbn-i Eşreş)
“Türklerin biricik sevdikleri şey hak ve hakikattir. Ve hiçbir haksızlık yapmadıkları halde haksızlığa uğramışlardır.” (William Pitt- İngiliz devlet adamı)
“Türk, Heredot’tan, Tevrat’tan çok eski yüzyılların tanıdığı bir ulusun adıdır. Sadelik içinde görkemi, Sükûnet içinde ihtişamı, tahakküm kabul etmeyen bir yüreklilik, alabildiğine geniş bir fetih aşkı, sonsuz bir teşebbüs kabiliyeti, bölgelere uymaktan çok bölgeleri kendine uydurma zevki ve alışkanlığı Türk milletinin asırlar dolduran tarihinde açıkça görülür” (Hammer- Ünlü Macar Tarihçisi)
“Türkler kahramandırlar, dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk milleti tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir. (Comenius- Çek Bilgini)
“Kılıcı insafsız bir beceriyle kullanan Türk’ün eli, yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır” (Lord Byron)
“Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur.” (Hamilton)
“Bütün kavimlerin arasında yiğitlik, cesaret bakımından Türklerden üstün, büyük hedeflere ulaşmak için onlardan daha dirayetli hiçbiri yoktur. Cenab-ı Allah onları arslan sıfatında yarattı.”
“Onlar bozkırlara, otsuz ve ocaksız çöllere alışıktırlar. Zaruret halinde pek aza kanaat getirerek, gün geçirecek derecede dayanıklıdırlar. Göbeği kesildiği andan itibaren Türk, askerin başbuğu, bölgenin komutanı olmaktan ve kendini zahmetli duruma sokmaktan başka bir şey düşünmez.” (İbn HASSUL)
“Yabancı bir ülkeye giden garibi fena âkibetler bekler. Bunun aksine Türkler, İslâm ülkelerine ulaştığı zaman, orada saygı ve takdir görürler. Emîr ve ordulara komutan olurlar.” “Hazreti Âdem’den beri bugüne kadar para ile satın alman esirlerin sultan olduğu hiçbir yerde görülmemiştir. Türkler müstesnâ.”
“Türkler denizin derinliğinde midye kabuğu içinde saklı inciye benzerler. Değerinin takdir edilmesi için denizi bırakarak, hükümdarların tacını, gelinlerin kulağını süslemesi gerekir.” (Mübarekşah)
“Türklerden biri köle olduğu zaman efendisinin askerine komutan olmakla yetinmez. Efendisinin elinden hükümdarlığı alıp yerine geçmek ister.” (el-KAZVÎNÎ )
“Türkler şiddet ve cesaret bakımından diğer insanlara üstün oldukları için halifelerin askerleri, beyleri de halifenin komutanı olmuşlardır. Türk askerleri diğer ırkların askerlerine göre kudret, cesaret, cüret, atılganlık bakımından üstündürler. İyi hizmetleri, itaatleri, giyimlerindeki gösteriş ve sultanlığa yaraşırlıkları dolayısıyla Maveraünnehir dihkanları, halifelerin komutanları, maiyetleri, hizmetkârlarının ileri gelenleri olmuşlardır.” (İbn HAVKAL)
Eski Türklerin faziletlerini ve güzelliklerini anlatan ünlü Arap tarihçisi Cahız’ın “Fezailü’l-Etrak “ Türklerin Faziletleri adlı kitap başta olmak üzere yabancı yazarlar tarafından yazılmış çok sayıda eser vardır ve bu konu başlı başına bir inceleme konusudur. Biz şimdilik vermiş olduğumuz bilgilerle yetinelim.
KAYNAKLAR:
Kaşgarlı, (1333). Divanü-Lügat-it Türk, Besim Atalay Tercümesi, c. 1. TDK Yayını:
Akün (2013), Divan Edebiyatı, İstanbul, İSAM Yayınları
Bahadıroğlu, (2011), Muhteşem Osmanlı Kanuni Sultan Süleyman, İstanbul Nesil Yayınları
Barthold, (2004). Orta Asya Turk Tarihi Dersleri, Yayına Hazırlayan Hüseyin Dağ, Ankara: Çağlar Yayınları.
Danişmend, (1966,). Türklük Meseleleri, İstanbul, İstanbul Kitapevi
Doğan,(1978), Kur’an’ın Gölgesinde ve Tarih Önünde Türk, İstanbul.
Muharrem GÜNAY