TÜRK DEVLET FELSEFESİ (VEYA DEVLET AKLI)
Tarihte çok sayıda büyük devletler kuran atalarımızın başarıları sadece kahramanlık ve teşkilatçılık özellikleriyle açıklanamaz. Atalarımız; kahramanlık, teşkilatçılık gibi özelliklerin yanında çok güçlü bir kanun-töre anlayışına ve bütün insanlığa hizmeti ve dünya barışını esas alan bir ‘Hayat Felsefesine-Dünya Görüşüne’ sahiptiler. ‘İyilik-(faydalılık), Könilik, (Adalet), Tüzlük (Eşitlik), Kişilik (İnsânilik) gibi dört değişmez temel esası olan Türk Töresi’ ne göre; ‘Bütün İnsanlık Türklere Yüce Allah’ın emanetiydi. Yüce Allah, Türk Töresine göre hareket eden, halka ve insanlığa hizmeti ilke edinen kişilere kut (bağış, cihanı idare etme yetkisi) verir ve onu hakanlık görevine getirirdi. Yüce Allah, töreye uymayan ve görevlerini yerine getirmeyen veya getiremeyen idarecilerden, kutunu geri alır ve onları hakanlık makamından düşürürdü. Türklere göre devlet ‘Baba’ idi. Devlet, halk içindi. Esas görevi, halka ve insanlığa hizmetti. İşte bu anlayış sayesinde Türkler tarih boyunca büyük devletler ve medeniyetler kurarak insanlığa ve ortak bir insâni medeniyetin oluşmasına diğer milletlere nazaran çok daha büyük katkılarda bulunmuşlardır. Prof. Dr. Fritz Neumark’ın deyişiyle: ‘Tarihten Türkler çıkarılırsa, ortada tarih diye bir şey kalmaz.’
Mitolojik çağlardan beri Türklerde bir dünya devleti, hatta kâinat devleti kurma fikrinin var olduğunu bilinmektedir. Tarihimiz, destanlarımız, kitabelerimiz bu duygu ve düşünce ile dolup taşmaktadır. Eski Türklere göre; gökte nasıl tıkır tıkır işleyen bir düzen varsa, yeryüzünde de aynı şekilde hakka ve adalete dayanan bir düzen olmalıydı. İşte bu düzeni sağlamak üzere Türk hakanları Yüce Tanrı’nın kut vermesi ile tahta oturmakta ve dünya nizamını kurmak ve dünya barışını sağlamakla görevlendirilmekteydiler.
Türk tarihinin bilinen büyük hakanlarından Börü Tonga (Tokta/Mo-tun) Yabgu’nun unvanı, Türkleri anlatan en eski belgelerin başında gelen Çin yıllıklarında ‘Tengri Kut’ diye geçmektedir. O, bizzat Çin imparatorluğuna yazdığı bir mektubun girişinde kendisine; ‘Tanrı tarafından tahta oturtulmuş Hun kağanı’ diyordu. Daha sonraki çağlarda Türk hakanları için söylenen ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ (Zillullah-i fi’l-arz) unvanında bile Tengri Kut’un izi vardır. Dede Korkut Hikâyeleri’nde padişahlar için ‘Tanrı’nın gölgesidir’ denmesi boşuna değildir. Herhalde Attila’ya ‘Tanrı’nın kılıcı’ diye hitap edilmesinin altında yatan sebep de, onun kendisini Tanrı’nın bir memuru gibi görmesinden kaynaklanıyordu.
Bu düşünceyi Hunlardan öncede vardı. Saka/İskit Türklerinin hakanı Alper Tunga’ya ‘Acun beyi’ denmekteydi. Göktürk Kitabelerinde “Üstte gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insanoğlu yaratılmış ve insanoğlu üzerine atalarım Bumin Kağan ve İstemi kağan idareci olarak (Tanrı tarafından) oturtulmuştur” sözleri, Oğuz Name’deki “Gökyüzü çadır, güneş bayrak” ifadeleri Türklerin tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren Dünya Devleti olma ve Cihanı idare etme düşüncesine sahip olduklarını gösterir.
İşte bu düşünceye bağlı olarak Türk devletinin esas amacı, ‘Tört bulung’, yani dünyanın dört
köşesi üzerinde Türklerin kutsal hâkimiyetini sağlamak ve ‘Güneşin doğduğu yerden battığı
yere kadar’ her tarafa Türk adaletini yaymaktır. Bu durum Ergenekon Destanı’nda ‘Dünyada
Türk okunun ötmediği, kolunun yetmediği yer kalmadı’ şeklinde ifade edilmektedir. Bunu
eski Türk inanç sistemiyle birleştirenler de vardır. Dolayısıyla tarihin derinliklerinden beridir
Allah’a bağlı bulunan Türkler, O’nun seçkin bir milleti olduklarına ve Allah tarafından
korunduklarına inanıyorlar, Türk hakanları Allah’ın cihan hâkimiyetini kurmakla kendilerini
görevlendirdiklerini düşünüyorlardı.
Türk Cihan Hâkimiyeti düşüncesinin hedefi, ‘Dünyaya Türk töresi ile nizam vermek, barış
getirmek, diğer milletleri düşmanlıktan vazgeçirmekti.’ Nizâm-ı Âlem Ülküsü’nün hedefi ise,
‘Allah’ın diniyle âleme nizam vermek ve yeryüzünde adaleti, barışı tesis etmekti.’ Türk’ün
Cihan Hâkimiyeti’ne, Nizâm-ı Âlem’e ve İ’lây-ı kelimetullah’a giden yoldaki ara hedeflerine
ise ‘Kızılelma’ denmiştir. Türk milleti, zamana ve şartlara göre değişen Kızılelmalar peşinde
koştukça büyümüş, büyük devletler ve medeniyetler kurmuş, dünyanın İslamlaşmasında ve
dünyada adaletin ve barışın tesis edilmesinde büyük görevler üstlenmiştir.
Eski Türkler gibi, Osmanlı Hakanlarının da fetih gayelerinin ülkeler ve topraklar fethetmek olmayıp, cihâna nizam vermek, dünya barışını tesis etmek gibi yüce fikir düşüncelerden kaynaklandığına dikkat çeken İsmail Hâmi Danişmend Bey, bu duruma şöyle dikkat çeker: ‘Eski Türk halkının Kızılelma dediği ve azamet devrinde o halkın maneviyatını idare eden ulemanın da sulh zamanlarında bile ‘Dar-ül Harb’ ve ‘Dar-ül Cihad’ isimleriyle andığı uzak-yakın şark ve garp ülkelerinin millî ideal sınırlarına girmesi gelişi güzel bir istila siyasetiyle değil, milletleri mahalli idarelerin üstünde umumi ve müşterek bir nizam altına almak fikriyle izah edilebilir’
Danişmend’in ‘Müşretek bir nizam’ dediği nizam; tarihimizde ‘Türk Cihan Hâkimiyeti’, ‘Nizâm-ı âlem’ şeklinde tezahür etmiş olup, hedefi; kan ve gözyaşının akmadığı, adaletin hâkim kılındığı bir dünya kurmak ve dünya barışını tesis etmek düşüncesinden ibarettir.
Bizim ‘Cenâb-ı Hakk’ın Türk’e gösterdiği yer ve hedef’ olarak nitelendirdiğimiz Kızılelma kavramı, Türk milleti tarafından ortak bir bilinçle oluşturulmuş; her dönemde Kızılelma’ya farklı anlamlar yüklenmiş ve her dönemin de kendine göre bir Kızılelma’sı olmuştur. Oğuz kağan Destanı’ndan ve Orhun Âbideleri’nden anladığımıza göre, İslâmiyet öncesinde Türk’ün Kızılelma’sı ‘Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyayı fethetmek ve dünyaya Türk töresi ile nizam vermek ve barış getirmek’ iken, İslâmi dönemlerle birlikte ‘Dünyaya Allah’ın dini ile nizam vermek ‘Nizâm-ı âlem’ ve Allah’ın adını yüceltmek ‘İ’lây-ı kelimetullah için çalışmak’ ve barış dini olan İslâm ile ‘Dünyayı
barış yurdu haline getirmek’ olmuştur.
Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’te “Yurtta barış, dünyada barış” sözleri ile dünya barışını hedeflemiş, bölgesel barışa ve dünya barışına önemli katkılarda bulunmuştu. Atatürk, sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak ve Türk milletini kurtarmakla kalmamış; O bütün mazlum milletlerin önderi olmuştu. O Türkiye merkezli bir dünyadan yanaydı. Bu amaçla 9 Şubat 1934’de Balkan Antantı’nı, 8 Temmuz 1937’de Sadabat Paktı’nı kurdurmuştu.
Son günlerde başta Suriye ve bölgemizde olan biten olaylara Türk Devlet Felsefesi penceresinden bakarsak olayları daha iyi anlamış oluruz. Uyuyan dev uyanmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Tarihi Türk Devlet Felsefesi gereği ne yapılması gerekiyorsa onları yapmaya başlamıştır.