TÜRK VE MÜSLÜMAN ADLARININ ÖZDEŞLEŞMESİ
Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)
Başta Araplar olmak üzere dünya üzerinde çok sayıda Müslüman millet vardır. Fakat Türkler kadar hiçbir milletin adı İslamiyetle ve Müslümanlıkla özdeşleştirilmemiştir. Yüce Tanrı, sanki Türk ve İslam adını yan yana ve birbirine özdeş bir şekilde yaratmıştır.
Avrupa’da Türk adı, bir milleti ifade eden bir ad olmanın yanında Müslüman karşılığı olarak kullanılmıştır. Hatta Türk adının Müslüman kavramını karşılamak üzere kullanılması Avrupa’da daha yaygındır. Avrupa’da bir Hıristiyan Müslüman olduğu zaman kendisine “Türk oldu” denmiştir. Avrupalıya göre Türk demek Müslüman demektir.
Fatih’in oğlu Cem Sultan’ın emriyle Ebu’l Hayr Rumî tarafından derlenerek kitaplaştırılan Sarı Saltık menkıbelerinde yer alan birçok diyalog, Türk kavramının Müslümanlıkla özdeşleştirildiğini açıkça gösterir. Birkaç örnek: “Ol havada duran keşiş eyitti: ‘O Muhammed’dür kim Türklere peygamber gelmişdür, bize değüldür’ didi.”, “Ya Alyon! Sen ne gördün, Mesih dininden döndün, Türk oldun?”, “Samadıyya dönüp eyitti: ‘Bu da Türk’tür amma Arab dilince Ebu Eyyub-i Ensari dirler, Muhammed’i bu evine alup konuklamıştur. Sonra Yorgi zamanında gelürler bu hisara Türkler üşerler.” … Daha geniş bilgi için bkz. Şükrü Haluk Akalın, Ebu’l Hayr-ı Rûmî, Saltukname I, II, III, Kültür Bakanlığı Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1990. (Dönmez, S. (tarihsiz) Gaspıralı’nın “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” İdeali ve Türk Devlet Felsefesi,www.academia.edu)
Hâlâ daha Rumeli’de Müslümanlar arasında “İslam’ın şartı kaçtır?” Sorusu yerine, “Türkligin şartı kaçtır?” deyiminin kullanılmakta olması, Türklüğün İslamla ne derece özleştiğini göstermektedir.
Miloseviç, Srebrenitsa’da Boşnakları katlettiğinde şunu söyledi: “Burada biz Türklerden Kosova’nın intikamını aldık.” Katlettiği insanlar ırk olarak Türk değildi, Boşnaktı. Türkçe belki bilmiyorlardı ama intikam Türklerden alınıyordu, çünkü Balkanlar’ın tarihinde bu bir simgesel ifadeydi” (Bice, 2013, https://hayatibice.net/?p=188).
Sadece Batılılar değil, Pakistanlılar da Türk’le Müslüman’ı bir görmüşlerdir. Nitekim Pakistanlı Prof. Dr. Hanif Fauk, “Urduca Yayınlarda Atatürk” adlı eserinde Türk ve Müslüman terimlerinin aynı anlamda kullanıldığını şöyle ifade ediyor:
“…Hint Müslümanları gerek ırk, gerekse kültür bakımından Türklerden bir hayli etkilenmişlerdir. Hint yarımadası Müslümanları Türk olarak tanımlanıyor ve Müslüman olmak, Türk olmak anlamına geliyordu. Tarihe bakılırsa Hint Yarımadasında Türk ve Müslüman kelimeleri eşit anlamlı sözcükler olarak kullanılmıştır” (Fauk, H. 1979, s.3).
Kaşgarlı Mahmud, Türk milletine, Türk adının Allah tarafından verildiğine dikkat çekmiş Divânu lügaât’it- Türk adlı eserine “Bu Allah’ın Türk milletine bütün insanlara karşı lütfettiği bir fazilettir. Çünkü Allah onlara ad vermeyi, kendi üzerine almıştır. Onları; yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz, suyu en güzel ülkelerinde yerleştirmiştir. Onlara “kendi ordum” demiştir. Bundan başka Türklerde beden güzelliği, edâ, büyüklere saygı, sözünde durma, sadelik, kahramanlık, mertlik gibi övülmeye değer sayısız faziletler vardır” der. (Divânu lügaât-it Türk Tercümesi cilt: 1 292)
Başta Ziya Gökalp olmak üzere Ülkücü aydınlar milleti ırkî bir kavram olarak ele almamışlardır. Bu konuda Gökalp şöyle der:
“Millet, ne ırkı, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur. Türk köylüsü onu (dili dilime uyan, dini dinime uyan) diyerek tarif eder. Gerçekten de bir adam, kanca müşterek olduğu insanlardan ziyâde, dilde ve dînde müşterek olduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddî meziyetlerimiz ırkımızdan geliyor, mânevî meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor. Büyük İskender diyordu ki; “Benim hakîkî babam Filip değil, Aristo’dur. Çünkü birincisi maddî varlığımın, ikincisi mânevi varlığımın meydana gelmesine sebep olmuştur”. İnsan için, mânevi varlık, maddî varlıktan önce gelir. Bu bakımdan, milliyette şeçere (soy kütüğü) aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve mefkûrenin millî olması aranır. Normal bir insan, hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun mefkûresine çalışabilir. Çünkü mefkûre, bir vecid (coşku) kaynağı olduğu içindir ki aranır. Hâlbuki terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkûresi, ruhumuza asla vecid veremez. Bilâkis, terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkûresi, ruhumuzu vecidlere boğarak mes’ut yaşamamıza sebep olur. Bundan dolayıdır ki, insan, terbiyesiyle büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Hâlbuki zihnen kendisini bağlı zannettiği bir cemiyet uğrana ufak bir menfaatini bile feda edemez. Hülâsa insan, terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa, bedbaht olur. Bu düşüncelerden çıkaracağımız pratik netice şudur: Memleketimizde, vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek, diğer milletdaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Husûsiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifâ etmiş olanlar varsa, nasıl olur da, bu fedakâr insanlara (siz Türk değilsiniz) diyebiliriz. Gerçi, atlarda şecere aramak lâzımdır; çünkü bütün meziyetleri içgüdüye dayandığı ve bunlar irsî olduğu için, hayvanlarda ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ise, ırkın sosyal vasıflara hiç bir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksi bir yol tutacak olursak, memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının birçoğunu fedâ
etmek gerekecektir. Bu hâl doğru olmadığından, (Türküm) diyen her ferdî Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çâre yoktur. (Gökalp,1996, s. 26-28.)
Türk köylüsünün milleti “Dili dilime dini dinime uyan” şeklinde tarif ettiğine dikkat çeken Ziya Gökalp, İslam dinini, Türk milliyetinin temel unsuru sayıyordu. Gerçekten, dinimizle milliyetimiz birbirinden ayrılmaz değerlerdir. Milliyetçi –Ülkücü aydınlarımız Türklükle İslâmiyeti etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz değerler olarak görmüşlerdir. Gerçekten İslam dini milli kimliğimizin ve milli kültürümüzün yaşatılmasında ve gelişmesinde büyük hizmet görmüştür. Müslüman olmayan Türk boylarının Avarlar, Uzlar, Peçenekler, Kumanlar, Macarlar ve Bulgarların nasıl eriyerek Türklüklerini yitirdiklerine tarih şahittir. Bu günde başta Batı kültürünün ve yabancı kültürlerin tesirleri altında kalan Türk gençliğinde de aynı tehlike söz konusudur. Türk genci iyi bir dini eğitim ve terbiye almamışsa, dini inancı zayıfsa erimeğe mahkûmdur. Bu günkü şartlarda İslamiyet olmadan Türklüğümüzü de devam ettirmemiz mümkün görünmemektedir. Türk gençliğini İslâmi bir terbiyenin yanında, tarihini iyi bilen, Türk dilini iyi konuşan ve anlayan, Türk töresini, Türk örf ve adetlerini benimseyen, koruyan, yaşayan ve yaşatan, okuyan, bilgi ve teknoloji üreten nesliler olarak yetiştirmek zorundayız. Kaşgarlı Mahmud’un da deyişiyle Türkler sanki İslama hizmet için yaratılmış bir millettir. Diğer İslam milletlerinin de bu gerçeği iyi bellemeleri gereklidir.
Bunun yanında Türk milletinin içerisinde küçük bir azınlıkta olsa Müslüman olmayan ve kendilerini Türk olarak bilen soydaşlarımız vardır. Bizim onlara Müslüman olmadıkları için “Siz Türk değilsiniz veya siz Türk olamazsınız” deme gibi bir hakkımız da yoktur. Hıristiyan bir Arap, Hıristiyan olduğu için Araplıktan çıkmadığına göre, Müslüman olmayan bir Türk’te kendini Türk bildiği müddetçe Türklükten çıkarılamaz. Bize düşen onları İslam dini ile buluşturmak ve kendi rızaları ile İslamlaşmalarına yardımcı olmaktır.
Türk milletini hak yoluna, hakikat yoluna çağıran ve hareketin adını “Yeniden maneviyata dönüş olarak“ ilan eden Alparslan Türkeş, medeniyetlerin para ile değil, ilimle, imanla, ahlakla kurulduğuna ve medeniyetlerin parasızlıktan değil; ilimsizlik, imansızlık ve ahlaksızlıktan çöktüğüne dikkat çekmiş ve Türk milletini Allah yoluna çağırmıştır:
“Türkçülük, milliyetçilik anlayışımız; manevi şuurlanmaya dayanır. Bu temel üzerinde Türklük şuuruna erişmiş, samimi olarak ben Türk’üm diyen herkes Türk’tür. Türkçülük ve Türk’ün tayininde, sapık ölçülere özellikle mezhepçiliğe, coğrafyacılığa, laboratuar ırkçılığına inanmıyoruz. Başka milletleri küçük gören, dünya barışını tehlikeye koyan antropolojik ırkçılık Türk Milliyetçilik ülküsünün dışındadır. Milliyetçilik anlayışımız, maneviyatçı, akılcı, demokratik, çağdaş bir milliyetçiliktir. Nazist Hitler ırkçılığının komünist ırkçılının, her türlü antidemokratik, insan sevgisine dayanmayan emperyalist ırkçılığın karşısındayız (Türkeş, 1978, s.59).
Türkeş, Türk Milleti’nin güç kaynağını, bin yıldan beri kabul edip benimsediği ve bayraktarlığını yaptığı İslam Dini’nde görmektedir. Türk Milleti’ni meydana getiren fertlerin yaşama felsefesine ve ahlâk görüşüne İslam’ın yön verdiğini, İslam’ın hakiki çehresi ve yüksek prensipleriyle ele alınmasının, Türklüğe yeni bir güç ve hız vereceğini vurgulamaktadır. Türklükle İslamiyeti birbirine zıt veya düşman görmenin Türk Milliyetçiliği ve İslam için zararlı olduğuna dikkat çekmekte; ikisini birbirinin karşısına çıkaran insanların ya bilgisiz ya gaflet içinde veya Türk Milleti’ni yıkmak isteyen kötü emellerin hizmetçisi olduklarını belirtmektedir (Türkeş, 1975, s. 34; Türkeş, 1978, s 180.).
O İslamın Türk Milleti için önemini her vesileyle ortaya koymakta, Türk Medeniyeti’ndeki yerine dikkat çekmektedir. Selçuklularda olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yayılış felsefesinin Türk Milleti’nin hasletleriyle İslam’ın faziletine dayandığını belirtmektedir (Türkeş, 1975, s. 39.). Bu görüşle o, İslam’ın hem Selçuklu Medeniyeti’nde, hem de Osmanlı Devleti’nin temel felsefesinde İslam’ın önemli yerini vurgulamış olmaktadır. Ona göre; medeniyetler para ile değil, ilimle, imanla, ahlakla kurulmakta; medeniyetler parasızlıktan değil ilimsizlik, imansızlık ve ahlaksızlıktan çökmektedir (Türkeş, 1975, s. 1, 7, Türkeş, 1978, s. 184.).
Türkeş, Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalımın sebeplerinin başında ahlaki buhranı ve toplumu saran manevi boşluğu görmekte; Türk Milleti’ni bu boşluktan kurtarmak için nesillerin manevi yönden güçlendirilmesi gerektiği üzerinde durmaktadır (Türkeş, 1975, s. 118-120, 129-130).
Kalkınmanın manevi temelini, iman ve ahlaka bağlamakta ve buna siyaset aracı olarak değil, samimi olarak inandığını şöyle belirtmektedir:
“Türklük gurur ve şuuru İslam ahlak ve faziletine, oy toplama endişesi ve siyaset riyakârlığının üstünde kalarak samimiyetle bağlıyız. Türklük gurur ve şuuru ile İslam ahlak ve fazileti, milletimizi meydana getiren manevi unsurların tam ve ahenk içinde birleşmesidir. Maddi kalkınmamız ancak böyle bir yüce temel üzerinde yükselirse bir mana taşır, bir değer kazanır, milliyetsiz bir yükselmenin, ahlaksız bir kalkınmanın imkânı yoktur… Pek az olmakla birlikte, bazı kimselerin milliyetçilikle İslamiyeti çatıştırmağa çalıştıklarını görmekteyiz. Böyle bir tutum yanlıştır, abestir, cahilliktir, şuurlu bir şekilde yapılıyorsa ihanettir, nifaktır. Mücadele farklı, hatta birbirine düşman mefkûreler arasında olur. Hâlbuki Türklükle İslamiyet bin yıldan beri aynı mukaddes potada kaynaşmış, etle tırnak misali ayrılması imkânsız bir hale gelmiştir. Türk Milleti, Müslüman olmakla içtimai nizamın ve dini hayatın en yüce değerlerini kazanmış ve İslam, Türk Milleti ile emsalsiz yiğitlik ve iman aşkına sahip bir mücahit bulmuştur… “Türk müsün, Müslüman mısın?” gibi sorular cehaletten ileri geliyorsa aptalcadır. Aksi takdirde haincedir. Milliyetçiliği reddeden bir “dincilik” anlayışı ve İslamiyet’e düşman bir milliyetçilik anlayışı bize yabancıdır, bizim dışımızdadır” diyordu (Türkeş, 1975, s. 179-180).
“Ben, Türk Milleti’ni, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum. Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası Hak yolu, hakikat yolu, Allah Yolu’na çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum: Yeniden Maneviyata Dönüş ” (Türkeş, 1978,s. 187). Yolumuz hak ve hakikat yoludur. Bu ülkede teknik üniversitelerin, fen fakültelerinin labarotuvarları ile yüksek ilâhiyat akademilerinin koridorları birleştirilmelidir (Türkeş, 1978, s.188).
Türklük ve İslamlık o derece birbiriyle özdeşleşmiş, iç içe girmiştir ki Türk adı, etnik bir kimliğin değil, “En az on bin yıllık bir tarihin, hem de İ’lây-ı kelimetullah uğrunda Haç’a karşı birleşmiş bin yıllık bir terkibin oluşturduğu yüksek bir kültürün ve medeniyetin ortak adı olmuştur.
TÜRKMEN ADI VE MÜSLÜMANLIK
Nasıl ki Türk adı ile Müslüman adı arasında bir özdeşleşme varsa, Türkmen adı ile Müslüman sözcüğü arasında da bir başka özdeşleşme vardır. Türkmen adı, “Türk-i îman”, iman etmiş, Müslüman olmuş Türk ve emin, güvenilir manasında (Türk-i emin= Türkmen) “kendisine her konuda güvenilen Türk” manasına gelir.
Seyhun (Siriderya) boylarında oturan Oğuzlar arasında X. yüzyıldan itibaren İslâmiyet’in yayılması sonucu ortaya çıkan Türkmen tanımlaması, Mâverâünnehirli yerli Müslümanlar tarafından İslâmiyet’e giren Oğuzlar için Gayri Müslim Oğuzlardan ayırt edilmek üzere kullanılmıştır. Türkmen adının yerlilerce “Müslüman Türk” anlamında yaygınlaşması bu addaki topluluğun İslâmiyet’i kabul eden ilk Türk kavmi olmasıyla ilgilidir. Türkmen kelimesinin nereden geldiği konusunda başlıca iki görüş vardır. Bunlardan birine göre Türkmen, Türk adı ile Farsça “mân”dan (mânend) gelmiş olup “Türk’e benzer” demektir. Bîrûnî bu fikirde olduğu gibi Kâşgarlı Mahmud da Türkmen adının bu şekilde açıklanmasıyla ilgili bir hikâye anlatır. İkinci görüşe göre Türkmen, “Türkü’l-îmân”dan (تركالإيمان) gelmektedir. Tarihçi İbn Kesîr’in ileri sürdüğü bu görüş XV. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Mehmed Neşrî tarafından da benimsenmiştir. İbn Kesîr, Tuğrul ve Çağrı beylerin büyük bir güç ve itibar kazandığını, Müslüman olan Türklerin bunların etrafında toplandığını ve bunlara Türkü’l-îmân denildiğini, halkın Türkmen adını verdiği bu topluluğun aslını da Selçukluların (Selâcika, Benî Selcûk) teşkil ettiğini kaydeder (el-Bidâye, XII, 48). Bugün ise Türkmen adının sonundaki “-men”in mübalağa eki olduğu (kocaman, azman) söylenerek “öz Türk” mânasını taşıdığı üzerinde durulmaktadır. (Faruk Sümer, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 41)
Selçukluların ve garp Türklerinin esasını teşkil eden Oğuz veya Türkmenlere dair tarihî kayıtlar onların Moğol tipinden çok uzak ve îranlılara yakın ırkî vasıflar arz ettiğini belirtirler. Reşideddin Oğuzların Türkmen adını aldığını, eskiden bu ismin mevcut bulunmadığını ve onların Karluk, Kalaç, Kıpçak, Kangh, ve Uygurlardan ayrıldıklarını bildirdikten sonra “Bütün Türk şubeleri şekil ve lehçe itibariyle, birbirlerine yakın ise de, her ülkenin hava ve suyuna göre vücut, sima ve şivelerinde bazı farklar” husûle geldiğini anlatır. Nihayet Türkmen adını izah ederken de “Oğuzlar kendi ülkelerinden Mâverâünnehr’e ve İran ’a gelince buralarda nesilleri çoğaldı; iklim, hava ve su te’siri ile tedricen Tacik (Acem)lere benzediler. Fakat tam Tacik biçimini almadıkları için de İranlılar onlara ‘Türk-m ânend’ (Türke benzer) adını verdiler. îşte Türkmen ismi bu suretle meydana çıktı” mütalaasını ileri sürer (Turan,1969, c.1, s.29).
Türkmen adı hakkında yapılan bu izah şüphesiz bir halk etimolojisinden başka bir şey değildir. Fakat bu kayıt, XIII. asırda, Oğuzlar ile şark Türkleri arasında bir sima farkı olduğunu, birincilerin Farslara daha yakın bulunduğunu göstermek bakımından çok mühimdir. Zira Reşided-din’in görüşüne aykırı olarak Oğuzların muhacereti ile coğrafya, iklim ve zaman bakımından XIII. asırda bir değişikliğe uğramaları mümkün değildi. Çünkü Sır nehri-Hazar arası Oğuz yurdu ile Mâverâünnehir, Iran arasında mühim bir iklim farkı bulunmadığı gibi ciddî bir ırkî karışma da bahis mevzuu değildir. Kâşgarlı Mahmud, Oğuzların Türkmen adını almasına dair, İskender istilâsı ile alâkalı, uzun bir hikâye anlatırken onların uzun saçları olduğunu ve Türklere ait alâmetleri bulunduğunu ve bu sebeple “Türkmen” (Türke ben zer) adını aldıklarını söyler ve Reşideddin’in izahını iki asır önceye çıkarmış olur”. Böylece bu kayıt Oğuzlar ile şark Türkleri arasında, birincilerin kendi yurtlarından göçmelerinden önce de, bir sima farkı bulunduğunu meydana kor. Bu vesika Oğuzların simasında iklim, zaman ve karışmaların bir te’sir yapmadığını gösterir. Esasen İslâmiyeti kabul eden bazı Oğuz ve Karluk boylarına, daha X. asırda, Türkmen adı verildiğini, Oğuzların şarkında bir “Müslüman Türkmen ülkesi” ve Çu vadisinde de bir “Müslüman Türkmen hükümdarı” mevcut bulunduğunu İslâm coğrafyacıları bildirmektedir. Kâşgarlı Mahmud Müslüman Oğuzlar gibi Müslüm an Karluklarında Türkmen ismi ile isimlendirildiğini söylemekle bunu te’yid eder. Bu hususta daha sarih bilgi veren Mervezî İslâm dünyası ile komşu olan “Oğuzların bir kısmı Müslüman olunca Türkmen adını aldı ve onlarla Müslüman olmayan Türkler arasında savaşlar başladı” der. Böylece Türkmen adının Oğuzlara muhaceretten önce verildiği, ismin farsça “Türk-mânend” gibi halk etimolojisi ile değil Türkçe tafzil (üstünlük-fazilet, büyüklük) “men” eki ile meydana geldiği, Müslüman Oğuzları ifâde eden “İman etmiş Türk” (Türk İmân) izahının da bir yakıştırma olduğu meydana çıkar (Turan,1969. c, 1, s.30).
10. yüzyıldan itibaren “Türk” adının yanında “Türkmen” adı da kullanılmıştır. Bu ad için Kaşgarlı Mahmud şu açıklamayı yapmaktadır: “Sen kimsin” anlamına olan “kim sen” denir; buna “Türkmen” diye cevap verilir, “ben Türküm” demektir (Kaşgarlı Mahmud, 1992, Divanü Lûgat-it-Türk,
I,s.353. Ankara) Dolayısıyla bu isim Kaşgarlı Mahmud’un açıklamasından da anlaşılacağı üzere tekil olarak kullanılmıştır. Tıpkı Türk adında olduğu gibi, hem tekil hem de çoğul olarak kullanılmaya başlanmıştır. “Türk” adının yanında “Türkmen” adının kullanımıyla birlikte Oğuzlara “Müslüman Türk” anlamında “Türkmen” denilmeye başlanmıştır. (Sümer, F. 1992, s.79) Türkmen adı zamanla daha da yaygınlık kazanarak, 13. yüzyıldan itibaren Oğuz adının yerini almıştır.(Sumer, 1992, s.79) Türkiye Selçukluları devrinde Türk ve Türk toplulukları için hem “Türk”, hem de “Türkmen” adı kullanılmıştır. Yerleşikler için “Türk”, konar – göçer hayat yaşayanlar için “Türkmen” adı ön plana çıkmıştır. Osmanlı döneminde de Selçuklu döneminde olduğu gibi, “Türk” yerleşik ve şehirli “Türkmen” ise şehirli olmayan, konar-göçer hayatın temsilcisi idi (Koca, 2003, s.47)
Araplar tarafından Oğuzlar’a takılan “Türkmen adı, “Türkî Emin-Kendisine her konuda güvenilen Türk” anlamına da gelmektedir. “ Bilhassa “Türki emin: Kendisine her konuda güvenilen Türk” mânası, Türk’ün tarihi misyonuna daha denk düşmektedir.
KAYNAKLAR:
Bice, 2013, https://hayatibice.net/?p=188).
Dönmez, S. (tarihsiz) Gaspıralı’nın “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” İdeali ve Türk Devlet Felsefesi,www.academia.edu)
Gökalp, Z. (1966 ve 1996) Türkçülüğün Esasları, Sadeleştiren: Cengiz Han, İstanbul: Kamer Yayınları.
Hanif, F.1979).Urduca yayınlarda Atatürk, Ankara: Ankara Üniversitesi DTCF Yayınları
Kaşgarlı Mahmud, 1992, Divanü Lûgat-it-Türk, I,s.353. Ankara
Koca, S. (2003), c.II, Türk Kültürünün Temelleri, II, Ankara: Kültür Yayınları,
Sümer, F. (1992), Oğuzlar (Türkmenler), İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yayını.
Sümer, F. TDV İslam Ansiklopediasi, c. 41
Şükrü Haluk Akalın, Ebu’l Hayr-ı Rûmî, Saltukname I, II, III, Kültür Bakanlığı Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1990.
Turan, O. (1969) Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Türk Dünya Nizamının Millî İslâmî ve İnsânî Esasları, cilt I, İstanbul Turan Neşriyat Yurdu.
Turan, O. (1993), Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul: Boğaziçi Yayınları.
Türkeş, A, (1975) Temel Görüşler, Dergâh Yayınları
Türkeş, A. (1978). Dokuz Işık, İstanbul: ÜL-KOR Kitap Evi