Madem ki Demirciydik; Otomobili Neden Biz İcat Edemedik?
Madem ki Demirciydik; Otomobili Neden Biz İcat Edemedik?
Soru biraz garip gelebilir, ama mevzuun bir evveliyatı var! Anlatayım…
“Prehistorya” yani Tarih Öncesi çağlar, dünyanın her yerinde aynı anda, hep birlikte, öyle cümbür cemaat yaşanmadı.
Yani, meseala kendi kendine ateş yakmayı öğrenen vatandaş ertesi günü gidip kebapçı dükkanı açmadı.
Tekerleği bulanın, hemen malını götürüp Şanghay pazarında satmadığı gibi… Yani kimsenin kimseden haberi yoktu. Hatta bazen doğal ihtiyaçların ve insan fıtratının benzerliğinden dolayı birbirinden habersiz topluluklar aynı keşfi, bin yıl arayla yapabiliyordu.
Mesela, Tarım devrimini erken yapan Mısırlılar, Nil’in kenarında, pişmiş kilden kap-kacak yapmaya başladığında avcı-toplayıcı İspanyollar henüz mağaradan çıkmamıştı.
Kim Kimdi?
İnsani önceillğin beslenme ve hayatta kalma olduğu bu arkeometrik yarışta kulvar alan toplumlar üç başlık altında toplanabilir:
1- Yerleşik tarımcılar,
2- Göçebe hayvancılar,
3- Denizci balıkçılar…
Her üç topluluk da sınırlı olarak diğer kültür sahalarına da girmiş olabilirler, ama onları temel vasıfları üzerinden yukarıdaki gib bir tasnife tabi tutmamız mümkündür.
Yani kurak Fenike’nin veya verimsiz Yunanistan’ın denizci halkları, gidip Antalya’da, İzmir’de tarım yapmış olabilirler. Ama aslen balıkçıdırlar.
Aynı şekilde bizim hayvancı atalarımız da arpa, buğday, darı gibi ürünler için sınırlı tarım yapmış olsalar da devasa sürülerini hayatta tutabilmek için at üstünde yaylak-kışlak hayatı yaşamak varken gidip de herhangi bir ırmak kenarında sıtmayla romatizmayla boğuşmaya tenezzül etmemişlerdir.
Hayvana hükmedenle bitkiye hükmeden aynı karakterde yaşayamaz, aynı kültürde olamaz. Her ikisinin de iyi olduğu, kötü olduğu alanlar vardır.
İşte uygarlık tarihindeki bütün bu kültür farklılıkları, coğrafyanın ve tarihi olayların da etkisiyle bazı toplumları teknoloji çağına erken, bazılarını da geç intikal ettirmiştir.
Bugün Hindistan’ın veya Afrika’nın balta girmemiş ormanlarınnda, halen kap-kacak yapımını becerememiş, yani Cilalı Taş Devrine geçememiş toplumlar karşımıza çıkabilmektedir.
Orta Asya’daki iklim değişiklikleri nedeniyle Tarımdan erken kopan ve geniş bozkırlarda hayvancılık yaparak geçinmeye mecbur kalan Türklerin bu konuda elbette avantajları olduğu kadar dezavantajları da vardı.
Bu avantajlardan biri “İpek Yolu hakimiyeti”ydi. Çin gibi kalabalık bir yerleşik tarım toplumundan ön Asya’ya, Akdeniz’e, Mısır’a ve Roma’ya gelip giden ticari emtia ile tanışmak, atalarımız için bir avantajdı.
Ancak kağıt ve kalemle yapılan işler, bize biraz uzaktı; çünkü derdiniz ne kadar büyük olursa olsun, at üstünde arz-ı hal yazmak hiç de kolay olmuyordu.
Uygurlar, biz de Çinliler gibi, şehirler kuralım, ziraatle uğraşalım; evimizde yatalım varsın bize diğerleri “yatuk” desinler diyerek Ordu-Balık’ı kurdularsa da onları da önce atlı Kırgızlar, sonra da Moğollar rahat bırakmadı. Şimdi de Çin tahakkümü altında eziyet çekiyorlar.
Sonunda Göktürklerin Batı kolundaki Oğuzlar, bir “medeniyet dini” olan İslam’la tanıştılar. Türkler, Bozkırdan uzaklaşıp, yavaş yavaş İslamiyetin olgunlaşmış meyvelerinden nasiplenirken bir yandan da eksik kalmış beşeri işleriyle uğraşmaya başladılar.
Doğuştan savaşçıydık ve at canbazı olarak yetişmiştik.
Bir caminiz olacaktı. Mümkünse bir de medrese… Ve tabii ki hamam, çarşı, bedesten… Bunları korumak için de elbette bir saraya oturup kışla ve karargah kuracaktınız. Vergisiz devlet olmayacağına göre de bir maliyeniz, hazineniz, bütçeniz, devlet nizamınız olacaktı.
Halife Mutasım’ın Türkler için hususi bir şehir bile kurduğu dilden dile dolaşıyordu. El Cahiz’in Fezail’ül- Etrak’ı (Türklerin Faziletleri) kaleme aldığı yıllardan bahsediyorum.
İlk askeri deneyimlerini dünyanın beşte birine karşı, Çinliler üzerinde kazanmış olan Türklerin kutsalları için savaşan bir millet olduğu kulaktan kulağa yayılmıştı.
Selçuk Bey’in torunu Tuğrul, Halife tarafından “Sultanü’l- Maşrık ve’l- Magrib” menşuruyla hutbe hiyerarşisine girdiğinde tarihler 1055’i gösteriyordu.
Artık, Cuma hutbelerinde Allah, Peygamber ve Halifeden sonra Türklerin adı geliyordu.
Selçuklular, beyaz fistanlı Yunanlıları, mini etekli Romalıları, pantolonla tanıştıran Hunların soyundan geliyordu.
Onlar, demir dağı eriten ve mahpus kaldıkları Ergenekon’dan çıkarak imparatorluklar kuran demircilerin torunlarıydı.
Bin yıldır kimsenin alamadığı Doğu Roma’yı, 1453’te devrim niteliğindeki toplarla alarak Yeniçağ’ı başlatmışlardı. Derebeyler artık duvarına ve su hendeğine güvenerek krallara kafa tutamayacaktı.
Havan topu da onların icadıydı. Türkler İslamiyet’e iyi gelmiş, İslamiyet de Türklere yaramıştı.
Ve İslam Peygamberi, “İlim Çin’de de olsa alınız” diyordu.
Peki Neden Otomobili Biz icat Edemedik?
İcat etmeyi de geçtik, neden 2023’e kadar bir türlü üretemedik?..
Benzin patlamalı motorun sistem olarak, savaş topunun uygun şartlarda “paketlenmiş” hali olduğunu biliyor muydunuz?
Belki inanmayacaksınız; ama ben bunu, tefekkür yoluyla keşfettim.
Adamlar, barutun yerine benzini koymuş; adına “buji” dedikleri bir çakmakla ateşliyordu.
Merminin yerinde pistonlar vardı. Patlamayla oluşan ani genleşmeyi, piston kolları vasıtasıyla krankl miline sevk ediyor, dört zamanda oluşan doğrusal hareketi, dairesel harekete çevirerek patlamadaki enerjiyi tekerleklere aktarıyorlardı.
Yani baştaki arkeometrik iş bölümüne bakarsak; bu işi, hem asker hem dinamik, hem de demirci olan Türklerin yapması gerekiyordu.
Haçlıları, Şam çeliğinden yaptığımız kılıçla yenmiştik.
Ama bunun için Fatih Sultan Mehmet vizyonuna ihtiyaç vardı. “İlim, Müslüman’ın kaybolmuş malıdır!” diyen İslam Peygamberini doğru anlamış olmamız gerekiyordu.
Onları, Fatih gibi, dünyanın her yerinden 200 gümüş akçe maaşla “Dersaadet”e getirmiş olmamız lazımdı.
Oysa yedi düvel bize saldırıyor, gözümüz “savunma”dan başka bir şey görmüyordu. Korunması gereken çok geniş sınırlarımız vardı.
Atlarımız Vistül ırmağından su içip, soluğu Viyana kapılarında alırken elbette bir Rönesans’a veya Reform’a ihtiyacımız yoktu; ama işte Hunların batıya doğru sürdüğü kavimler, Avrupa’nın batısında sıkışıp kalmışlardı.
Hun- İskit düzlüklerinde yani Ukrayna ovalarında yetişen tahıldan yoksun kalınca bugün bile nasıl yanıp-tutuştuklarına bakarsanız Batı ve Kuzey Avrupa’nın insan habitatı açısından seçilmiş yurtlar olmadığını anlamakta fazla zorlanmazsınız.
Portekizliler ve İspanyollar boşuna Hindistan’a ulaşmaya çalışmıyorlardı. İngilizler baharat yolunun kaynağına, Hindistan’a boşuna “tacın incisi” demiyorlardı.
Yüzyıllarca sıtmayla vebayla, hummayla boğuşan Avrupa, aç farenin fırın duvarını delmesi gibi sağda sola saldırıyor, ne bulursa alıyordu.
Barut’u almış, top-tüfek yapmıştı. Pusula’yı almış, yeni kıtalara açılmıştı. Baskı tekniklerini öğrenmiş, kurşun klişeli matbaayı kurmuştu.
Bu arada bizim Cezeri’nin mekanik robotları da, Heysem’in merceği de, Razi’nin kimyası, El Kuhl’ün alkolü de, El Kâli’nin Alkali metalleri de çoktan “gâvur olmuş”tu.
Coğrafi Keşifleri takip eden yüz yıl içinde Avrupa’daki Altın miktarı 35 kat, Gümüş miktarı 200 kat artmış, düşmanımızın ekonomik gücü 50 katına çıkmıştı.
Türk padişahı askerine düşük ayarlı gümüşten ulufe verdiği zaman vezir kellesi gidiyor, İngiltere kralı bürokratına maaş veremediği zaman, “Yeni Dünya”dan koloni tımarlıyordu.
Ruslar- Bulgarlar, isyanlar- baskınlar, salgınlar- yangınlar derken Osmanlı’nın 300 yıl daha yaşaması, temellerinin sağlamlığı ve Mehmet’le Memiş’in cengaveriğiyle ilgili inanılmaz bir mucizedir.
Yani Otomobili icat edemediysek bir sebebi vardır.
Ancak!.. Bugüne kadar otomobil veya uçak, üretme kapasitesine gelememiş olmamızın sebepleri o kadar da masum değildir.
Size burada Nuri Kıllıgil Paşa’ları, Vecihi Hürkuş’ları, başına nice felaket gelmiş mucitleri, Petrol raporunu Başbakan’a sunmak üzereyken bir otel odasında ölü bulunan Raif Karadağ’arı, Devrim otomobilinin neden ve nasıl yolda kaldığını uzun uzun anlatmayacağım.
Yeni bir fikir üretenlere, buluşçulara, modelcilere, keşiflere ve icatlara yapılan “Gelen evraktan sıra numarası aldınız mı?” muamelesine de girmeyeceğim.
Başlıktaki sorunun cevabını, üç kelimeyle, aslında tek bir kavramla özetleyeceğim…
Önce “Bağımsızlık” Gerekiyordu.
1838’den 1914’e kadar İngiltere bizi hammadde kaynağı ve pazar yapmak istedi.
1888’den 1918’e kadar Almanya bizi Hindistan yolundaki güneşli sebze bahçesi yapmak istedi.
1914’ten 2014’e kadar Amerika bizi 53, 54, 55. Eyaletleri yapmak istedi.
Atatürk’ten sonra da hiç kimse çıkıp “hoop ne oluyor hemşerim?” demedi.
Sanayi Devrimi’ni başaramamış, ithal ikameli bir montaj sanayiiyle yetinmiş, bağımsızlığını teslim ettiği için içeriden de ajanlar vasıtasıyla kuşatılmış milletler, otomobil veya uçak üretemezler.
Hava aracı, uçak, savunma sistemi geliştiremezler, çünkü bunlar “bağımsızlık alâmetleri”dir.
Bu tür devletler, bağımsız hareket edemedikleri için, pratik bir çözüm geliştirerek İHA ve SİHA’larla eksiklerini kapatmak gibi bir yola da hiç giremezler.
Bugün AK Parti İktdarının ancak 20. yılından sonra bu seviyelere doğru hızlı bir atılım yapılmasının nedeni, bu zaman zarfında safraların atılmış, takozların kırılmış, istiklalin ve istikbalin ayağına dolanan pisliklerin bünyeden çıkarılmış olmasıdır.
“Müttefikimiz”ABD’nin, 1992’de yanyana seyir halindeyken USS Saratoga Uçak Gemisinden attığı iki adet Sea Sparrow füzesiyle Muavenet Muhribimizi nasıl vurduğunu ve gemi komutanı dahil 5 askerimizi şehit ettiğini unutmadık.
Bir Kuvvet Komutanı olan Eşref Bitlis Paşa’nın uçağının Ankara’nın göbeğine nasıl çakıldığını da unutmadık!.. Yarım saat içinde “kırım sebebi buzlanma” dediler.
Oysa o saldırıların sebebi, Kuzey Irak’ta oyun kuran Çekiç Güç’e bir kaç bağımsız kelam etmiş olmamızdı.
Ve Bugün…
1- Karadeniz’den öteden beri çıkarmakla müftehir olduğumuz hamsi kadar lezzetli olmasa da yüksek stratejik değere sahip doğalgaz rezervlerine ulaşmışsak,
2- Gabar dağında eşkıyanın hortumunu kesmiş ve oraya milli hakimiyet borumuzu takarak 70 milyar dolar değerindeki milli petrolümüzü çıkarmaya başlamışsak…
3- Savaşların kaderini tayin eden, dolayısıyla da tarihin seyrini değiştiren Bayraktar B2 SİHA’ları, yerli yapım TCG Anadolu Amfibi gemisinin üzerine kondurmuş ve Akdeniz’de devriyeye çıkmışsak,
4- İsmiyle bile göğsümüzü kabartan Kızılelma’yı ve ilk yerli muharip uçağımız KAAN’ı kanatlandırmış, uçurmuşsak…
BOR’dan Akkuyu Nükleer Santraline kadar buraya yazamadığımız nice başı dik hamleyi, işte yıllardır büyük bir hasretle beklediğimiz o “Milli Bağımsızlık” cesaretine borçluyuz.
Soğuk savaş döneminden kalma sosyalizm palavralarına kulak asmayalım.Onlar, Yahudi’den gelip, Yahudi’ye giden, global şikecilerdir. Kapitalizm, rahatça ezebileceği bir ütopya tesis etmiş, günü gelince de demir perdeyi tek ayağıyla tepeleyip tarihin çöplüğüne atmıştır.
İslam, Allah’tan başka hiç bir gücün önünde eğilmemek, yani “istiklal-i tam” demektir.
Milliyetçilik, ulus devletler çağında emperyalizme uşaklığı reddeden “tam bağımsızlık” demektir.
Tek kutuplu sömürgeci dünya düzenine kafa tutacak başka bir kuvvet de kalmamıştır.
Cumhur İttifakını oluşturan liderlerin bu iki değere samimiyetle sarılmış, inanmış ve adanmış olmaları, Cumhuriyetin İkinci Yüzyılına girerken Türk Milletinin elindeki en büyük avantajdır.
Kıymetini bilelim; Allah zeval vermesin.
Şükrü Alnıaçık, “Yerli Düşünce Dergisi, Mayıs 2023