KIZILELMASI İSTANBUL VE ROMA
HZ. MUHAMMED’İN VE II. MEHMED’İN KIZILELMASI İSTANBUL VE ROMA Muharrem GÜNAY SIDDIKOĞLU
Bilindiği gibi Sevgili Peygamberimiz 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmiş ve burada küçükte olsa bir “Şehir Devleti” kurmuştur. Artık Sevgili Peygamberimiz hem Peygamber hem de bu devletin “Devlet Başkanı’dır. Hz. Muhammed’in bir avuç Müslümanla çok zor şartlar altında kurduğu bu devlet gelişip te Arabistan sınırlarını zorlamaya başladığı zaman karşılarında iki büyük ve güçlü devlet buldular. Bunlardan birincisi Bizans İmparatorluğu öteki ise, asırlardır Arapların en büyük düşmanı olan ve onları hor ve hakir gören Sasani-İran devleti idi. Bu iki devlet Hz. Peygamberimiz tarafından kurulmuş olan İslâm devletini dört bir yandan abluka altına almıştı. Devletin Doğu ve Güney sınırları Sasaniler tarafından çevrilmiş, İstanbul gibi dünyanın en güzel ve önemli şehirlerinden birisini kendisine başkent yapan Bizans İmparatorluğu ise, Kuzeyde, Suriye ve Filistin’e, Batıda, Mısır, İskenderiye, hatta Arabistan’ın Kuzey bölgeleri dâhil Orta Doğu’nun önemli bölgelerine sahip bulunuyordu. Ayrıca Arabistan’da da çok sayıda Hıristiyan Arap vardı. Bu Araplar, her ne kadar Arap ta olsalar Hıristiyan olduklarından dolayı kendilerini Arap İslâm devletinden daha çok Hıristiyan Bizans’a yakın hissetmekte idiler. Nitekim günümüzdeki Hıristiyan Araplar da kendilerini Batı’ya yakın hissetmekte ve onlarla işbirliği içerisindedirler. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen, henüz küçücük bir devlet iken dahi Sevgili Peygamberimizin Bizans’ı ve İran’ı Müslümanlara hedef göstermesi ve “Sakın Türklere dokunmayınız” demesi cidden çok düşündürücüdür.
Peygamber Efendimizin Bizans’ı ve İran’ı hedef göstermesi kurulan Medine şehir devletinin ilk yıllarına ve Müslümanların açlık ve sefaletten karınlarına taş bağladığı “Hendek Savaşı” yıllarına kadar uzanır.
“Kureyşliler 627 yılında, o zamana kadar Arabistan’da görülmemiş 10. 000 kişilik bir ordu ile Medine’ye yürüdükleri zaman O, şehrin etrafına bir müdafaa hattı olmak üzere ve derin bir hendek kazılmasını emretmişti. Bu hendek kazma işlemi sırasında; İslâm mücahitlerinin, parçalamakta zorluk çektikleri büyük bir kaya parçasının üzerine indirdiği bir balyoz ve bunun çıkardığı kıvılcımların ışığında Bizans ve İran Kisralarının muhteşem saraylarını gördüğünü söylemiş ve bu devletlerin uçsuz bucaksız hazinelerinin Müslümanların eline geçeceğini müjdelemişti ”(Kitapçı, 1996, s.127-128, et-Taberi ve İbni Hişam’dan nakil)
İmam-ı Nesai, meşhur eseri Sünen-i Neseî adlı eserinde “Cihat Bölümü”nde aşağıdaki hadisi nakletmektedir:
“Hz. Peygamber Ahzap harbinde (Hendek Savaşında) Medine’nin civarına “hendek” kazılmasını emir buyurduklarında, işte bu hendek kazımı sırasında ashabın karşısına (büyük) bir kaya parçası çıkmış idi. (işler duraksadı) Bunun üzerine Hz. Peygamber ayağa kalktı, balyozu eline aldı ve mübarek hırkasını hendeğin (bir kenarına) bırakarak o kaya parçasının başına geldi. Bu sırada ise Selmân-i Farisi ayakta durmuş, Hz. Peygambere bakıyordu. Hz. Peygamber balyozunu kaya parçasına indirmesi ile birlikte, vurduğu yerden göz kamaştırıcı son derece parlak bir ışık çıktı. Bunu ikinci ve üçüncü darbeler takip etti ve her defasında böyle oldu, son derece parlak bir ışık çıktı. Bunun üzerine Selmân:
“-Yâ Resulallah! Senin balyozu her indirdiğinde öyle bir vuruşun vardı ki her birinden mutlaka göz kamaştıran parlak bir ışık çıkıyordu” dedi. O zaman Hz. Peygamber:
“-Ey Selmân demek sen bunu gördün öyle mi” dedi.
Selmân:
“-Öyle, Seni hak din ile gönderen Allah’a yemin olsun ki “evet” gördüm” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle konuşmuşlardır.
“-Ben birinci balyozu indirdiğimde (gözümün) perdesi kalktı ve işte bu gözlerimle Kisra’nın başkenti (Medain) ve çevresini hatta daha birçok şehirleri gördüm.” O zaman yanında bulunanlar:
“-Ya Resulallah, buraların fethini bize nasip etmesi için Allah’a dua et. Onların varlıklarını, servetlerini ganimet olarak paylaşalım Onların yurt ve yuvalarını da ellerimizle virân edelim!” Hz. Peygamber böyle olması için dua etti. Yine Hz. Peygamber devamla şöyle dedi:
“-Sonra ikinci balyozu indirdiğimde yine gözümün perdesi kalktı. Bu defa da Kayser’in başkenti (İstanbul’u) ve çevresini olduğu gibi gözümle gördüm.” O zaman yanındakiler yine:
“-Ya Resûlallah, buraların fethini bize nasip etmesi için Allah’a dua et. Onların varlıklarını servetlerini ganimet olarak paylaşalım. Onların yurt ve yuvalarını da ellerimizle viran edelim! Hz. Peygamber bunun için de Allah’a dua etti. Yine Hz. Peygamber sözüne devamla:
“Sonra üçüncü balyozu indirdiğimde yine gözümün perdesi kalktı. Bu defa Habeşistan’ın başkenti ve çevresindeki birçok köyleri olduğu gibi gözlerimle gördüm” dedi. Böyle buyurduğu sırada Hz. Peygamber (çevresindekilere daha konuşma fırsatı vermeden) şöyle buyurmuşlardır:
“-Sakın Habeşliler size dokunmadan sizde onlara dokunmayınız. (Tükler de böyledir) Hele Türkler size ilişmedikçe sakın siz de Türklere ilişmeyiniz. (onlara saldırmayınız)!” (Kitapçı,1996, c. 1, s:164)
İSTANBUL’UN FETHİ İLE İLGİLİ HADİSLER
Bizans’ı ve İran’ı ashabına ve ümmetine hedef gösteren, Türkler söz konusu olunca, “Sakın Türklere dokunmayın” diyen Sevgili Peygamberimizin Bizans ve İstanbul’un fethi ile ilgili çok sayıda hadisleri vardır.
Büyük hadis âlimlerinden İmamı Müslim, “Sahih-i Müslim” adlı meşhur eserinde şu hadis-i şerifi nakleder:
“Ebu Hureyre (r.a.) dedi ki Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kisra ölmüş (demek)tir. Artık kisra (İran Kisrası) öldükten sonra başka kisra yoktur. Bizans Kayseri helak olduğu zaman, ondan sonra kayser de olmayacaktır. Nefsim elinde bulunan Allah’a yemin ediyorum ki, Kisra ile Kayser’in hazineleri muhakkak ki Allah yolunda sarf olunacaktır.” (Sahihi Müslim, hadis no: 2918)
“… Ve Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kisra helak oldu. Sonra onun ardından başka kisra olmaz. Kayser de muhakkak helak olacaktır. Sonra onun ardından başka bir kayser olmaz. Yemin olsun ki Kisra ile Kayser’in hazineleri de muhakkak Allah yolunda taksim olunacaktır” (Sofuoğlu, s. 452-453)
İmam-ı Buhari, “Romalılarla Harpler Hakkında Neler Söylenmiştir” başlığı altında zikrettiği hadislerin birinde, Hz. Peygamberimize yakınlığı ile bilinen Ümmü Haramdan şu hadisi nakletmiştir:
“Hz. Peygamber, Ümmetimden (İstanbul’un fethi için) denizlere açılarak gazaya çıkan ilk askerler (Allah’ın rahmetine) uğrayacaklardır” demiştir.
Ümmü Haram:
“Ey Allah’ın resulü, ben onların arasın damıyım? Diye sordum” O da, “Elbette sen onların içinde olacaksın” buyurmuştur. Bundan sonra Hz. Peygamber, Kayser’in başkentine (İstanbul’a) gazaya çıkan ilk ordu da Allah’ın mağfiretine mahzar olacaktır” dedi. Ben de yine, “Ey Allah’ın resulü, ben onların içinde miyim?” Diye sordum. O da, “Hayır sen birinci (kafiledesin) buyurmuşlardır” (Kitapçı, 1996, s.199).
Hz. Peygamberimizin İstanbul’un fetih ediliş şekli ile ilgili hadisleri de vardır. Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (Bir defasında), “Siz hiçbir tarafı kara, bir tarafı denizle çevrilmiş bir şehir duydunuz mu? Buyurmuşlardır. (çevresindekiler) “Evet Ey Allah’ın resulü (işittik) demişlerdir. Sonra Hz. Peygamber devamla, Beni İshak’tan yetmiş bin kişi işte bu şehre gazâ edip saldırmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Onlar gelip te şehri kuşattıklarında ne silahla çarpışacaklar ne de okları bir işe yarayacaktır. Ancak Allah’tan başka tanrı yoktur, Allah her şeyden büyüktür, diye tekbir getirip hücum edecekler, böylece şehrin iki yakasından biri düşecek (onların eline geçecek) tir.” (Sofuoğlu, 8. cilt, hadis no: 2920)
Bazı Tarihçiler “Beni İshak” diye isimlendirilen kimselerin Osmanlı Türkleri olduklarını belirtirler. Müneccimbaşı tarihinde Ertuğrul Gazi’nin nesebi hakkında bilgi verilirken şöyle denilmektedir:
“Ertuğrul’un nesebi konusunda tarihçiler ihtilaf etmişlerdir. İdris Bitlisi ve Müverrih Ruhi’ye göre -Hoca Sadettin Efendi de onlara uyar-, Ertuğrul’un nesebi, Ays bin İshak bin İbrahim aleyhisselama şöyle ulaşır…” Bir rivayete göre Koy Han (Kayı Han) Ays bin İshak aleyhisselamdır.”(Müneccimbaşı Tarihi 1. cilt, s.52) Ahmet Cevdet Paşa Süleyman Şah’ın soyunun kırkıncı göbekten İshak Peygamberin oğlu Ays’a ulaştığını belirtir (Kitapçı, 1996, s. 203).
İstanbul’un mutlaka fethedileceğini bildiren meşhur hadis-i şerif ise şu hadistir:
“İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden emir-sultan ne güzel emirdirsultandır. Onu fetheden asker ne güzel askerdir.”
İstanbul’un fethini kesin bir ifadeyle haber veren bu hadis, Kütüb-i Site döneminde, hattâ öncesinde tasnif edilmiş kaynaklarda yer almaktadır. Ahmet bin Hanbel’in Müsned’i ve bizzat Buhari hazretlerinin hadis ravilerini tetkik için yazdığı et-Tarihu’l Kebir ve et-Tarihu’s-Sağir’i, İbni Ebî Hayseme’nin Kitabu’t-Tarih, Bezzar’ın Müsned’i İstanbul’un fethini kesin bir dille müjdeleyen hadisimizin tasnif dönemine ait kaynakları olmaktadır. Daha sonraki dönemlerde Tebarani’nin el-Mu’cemu’l Kebir, İbni Kayyim’in Mu’cemu’s-Sahabe’si, Hâkim en-Nişaburi’nin Müsdetrek’i hadisimiz için önemli kaynaklardır (Çakan, s.50).
PEYGAMBERİMİZİN ASHABI İSTANBUL YOLLARINDA
Kayserin ve Kisranın kesinlikle helak olacağını ve onların hazinelerinin Müslümanların eline geçeceğini müjdeleyen, “İstanbul mutlaka fetholunacaktır, O’nu fetheden emir-hakan ne güzel emirdir-hakandır. O’nu fetheden asker ne güzel askerdir” diyen Hz. Muhammed, henüz Medine’de küçük bir şehir devletine sahipken, Müslümanlara denizleri, Bizans’ı ve İran’ı hedef göstermiştir.
Hz. Peygamber ilk olarak Bizans Kayseri’ne ve İran Kisrası’na mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etmiştir. Bu bir bakıma kendi varlığının ve İslâm devletinin onlar tarafından kabulü ve tanınması demektir. Hz. Muhammet (s.a.v.) İslâm ülkelerinin Bizans saldırılarından emin olması amacıyla 620’de Mute ve 630’da Tebük askeri seferlerini düzenlemiştir. Sevgili Peygamberimiz ölüm döşeğinde iken bile, Bizans’a karşı savaşmak üzere bir ordu hazırlatmış ve bu ordunun başına Zeyd’in oğlu Usame’yi komutan tayin etmiştir.
Hz. Peygamberin vefatından sonra, Hz. Osman zamanında güçlü bir donanma hazırlanmış ve bu donanmanın başına Muaviye getirilmiştir. Hedef Bizans’ın elinde olan Kıbrıs adasıdır. (647) “Ümmetimden denizlere açılan gazaya çıkan ilk askerler, Allah’ın rahmetine uğrayacaklardır” hadis-i şerifini rivayet eden ve “Ben de o seferde bulunacak mıyım?” diye soran ve “evet” cevabını alan Ümmü Haram adlı bir sahabe kadın da bu sefere katılmış ve bu seferde atından düşerek şehit olmuştur. Böylece bir Peygamber mucizesi gerçekleşmiş, aynı zamanda Sahabe-i Kiram’ın Bizans ve İstanbul seferleri başlamıştır.
Emeviler ve Abbasiler zamanında Hz. Peygamberimizin övgüsüne sahip olmak amacıyla 655-782 yılları arasında geçen 127 sene içerisinde İstanbul’u almak amacıyla beş sefer düzenlenmiştir. Muaviye, İstanbul’u alarak, Hz. Peygamberin övgüsüne mahzar olmak hem de kendi durumunu güçlendirmek istiyordu. Onun için kısa bir zamanda büyük bir ordu oluşturmuş ve büyük bir kampanya başlatmıştı. Muaviye ilerlemiş yaşına rağmen Hz. Peygamberin Medine’ye hicretlerinde evlerinde misafir kaldıkları Ebû Eyyûb-el Ensari’nin de bu sefere katılmasını istiyordu. Ebû Eyyûb-el Ensari, Peygamber Efendi’mizden “İstanbul surları önünde mübarek bir zâtın defnedileceğini” (Kitapçı, 1996,2. cilt, s.133) duymuştu. O, bu mübarek şahsın kendisi olmasını istiyordu ve bu sefere büyük bir istekle katıldı. Ebû Eyyûb-el Ensari ve yüce sahabelerin içinde bulunduğu ordu Muaviye’nin oğlu Yezid komutasında İstanbul önlerine geldi. Bu sefer başarısızlıkla sonuçlanmış ve İslâm ordusu bir ok darbesiyle şehit düşen ve surlara yakın bir yere defnedilen Ebû Eyyûb-el Ensari’yi şehit vererek, geri dönmüşlerdir.(699) döneminde yaptıkları kuşatmalardan da bir başarı elde edemediler bu seferlerin en önemlileri Muhammed bin Mesleme (716) komutasında yapılan seferdir. Bu sefer de başarısızlıkla neticelenmiştir. Araplar Emeviler döneminde dört, Abbasiler döneminde bir adet olmak üzere İstanbul’a beş sefer düzenlemişler fakat bu seferlerin hepsi başarısızlıkla neticelenmiştir.
Muhammed Bin Mesleme’nin kuşatmasından sonra geriye kalan tek hatıra bu gün İstanbul’da “Arap Camii” olarak bilinen “Maslama Camii”nin anlaşma gereği yapılmış olmasıdır. Bu cami İstanbul’da ilk ezanı Muhammedinin okunduğu camidir ve İstanbul’daki İlk Müslüman mescididir.
Araplar, bu başarısızlıklarından sonra bu “Peygamber müjdesinin” de Türklerin sayesinde gerçekleşeceğine inanıyorlardı. Çünkü Arapların bu işi başaracaklarına olan güvenleri kalmamıştı. İstanbul’u fethetmek şöyle dursun onlar Bizans’ karşı İslâm ülkelerinin sınırlarını dahi korumaktan aciz bir duruma düşmüşlerdi.
Nitekim Kostantin’in oğlu Armonos, hicri 353/963 yılında düzenlediği bir askerî hareketle Tarsus hatta Şam’a kadar uzanan birçok yerleri, eski hilâfet ülkesinin birçok yerlerini ele geçirmiştir. Bu ise Müslümanları derin bir ümitsizliğe ve infiâle sürüklemişti. Müslümanlar; Bizanslılardan ancak Türkler sayesinde intikam alabileceklerine inanıyor ve Türk askerlerinin İstanbul’u fethedeceklerini savunuyorlardı. Meselâ, Muhammed b. Hazm ez-Zahiri bu hususta yazdığı çok uzun bir kasidesinde Armonos’a, Türk askerleri sayesinde meydan okumuş ve İstanbul’u mutlaka ele geçireceklerini haykırmıştır. Meşhur şair Armonos’a şöyle diyordu:
“Biz Kostantiniyye şehri ve onun asillerini mutlaka ele geçireceğiz, sizin (cesetlerinizi Ey Armanos) kartal ve akbabalara yem yapacağız.
Sizin yerleriniz ve yurtlarınızın en ücra köşelerine kadar sahip olacağız, sizleri zillet ve alçaklık içinde yaşamaya mecbur edeceğiz.
Hem biz TÜRK ve HAZAR yurtlarından toplanan kahredici ordu ile (sadece sizi değil) Çin ve Hind ülkelerine de zorla boyun eğdireceğiz (es-Sübkî, II. s. 188’den naklen: Kitapçı, 1996, s. 135,).
İSTANBUL’UN FETHİNE DOĞRU
Asya ile Avrupa’nın kesiştiği noktada kurulan İstanbul, hemen hemen her devirde bir köprü vazifesi görmüştür. Avrupa’dan gelenler bu köprü üzerinden geçerek, Hindistan ve Çin’e kadar ulaşmışlardır. Asya’dan gelenler de yine bu köprüden geçerek, Rumeli’ye, Balkanlara, Viyana’ya, Adriyatik sahillerine kadar varmışlardır. İstanbul, işgal ettiği bu stratejik konumu ve coğrafi özellikleri açısından ilk çağlardan beri bütün hükümdarların kalbinde müstesnâ bir yer işgal etmiştir.
Şair Nedim yazdığı bir kasidesinde:
“Bu şehr-i Stanbul ki bî misli bahâdır. Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır” diyerek, İstanbul’un değerini veciz bir şekilde ifade etmiştir.
1807 yılında İstanbul’un Ruslar’a bırakılmasını isteyen Çar I. Aleksandr’a Napolyon’un, “İstanbul mu, asla! İstanbul, Dünya imparatorluğu demektir” (Kuran, Mayıs 1994, s.32) diyerek verdiği cevap İstanbul’un tarihi önemini göstermek açısından yeterlidir.
İstanbul Bütün Türk Sultanlarının Milli Ülküsü “Kızılelma’sı” Olmuştur
İstanbul, Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren, bütün Türk Sultanlarının bir milli ülküsü “Kızılelma’sı” olmuştur. Osman Gazi, devletin kurucusu olarak, oğlu Orhan Gazi’ye:
“Osman Ertuğrul oğlusun, Oğuz Karahan neslisin, Hakk’ın bir kemter kulusun, İstanbul’u aç, gülizâr yap” (Turan, 1969, c, II: 46, Kitapçı, 1996, c, 2. s.137) diyerek İstanbul’un fethini tıpkı Hz. Peygamberimiz gibi hedef göstermiştir.
Osman Gazi’den Fatih’e kadar bütün Osmanlı sultanları, Kur’an-ı Kerim’de esSebe suresi 15. âyette, “Beldetün tayyibetün-Güzel belde-hoş belde” olarak nitelendirilen bu muhteşem şehri almanın ve Hazreti Peygamberimizin övgüsüne sahip olmanın aşkıyla yanıp tutuşmuşlardır. Kur’an-ı kerim’de, es-Sebe suresi 15. âyette geçen “Beldetün tayyibetün” sözcükleri Ebcet hesabıyla İstanbul’un fetih tarihi olan Hicri 751 tarihini gösterir. Bu da başlı başına bir Kur’an mucizesidir.
Peçeneklerin ve Çaka Bey’in İstanbul İstanbul’u Kuşatmaları
Bizans On birinci asrın başlarından itibaren Balkanlarda Müslüman olmayan Uzlar-Oğuzlar, Peçenekler ve Kıpçaklar-Kumanlar tarafından, Anadolu’da da Müslüman Oğuzlar tarafından tam bir kıskaca alınmıştı. Balkanlarda Peçeneklerle Bizans’ın savaş halinde olması Anadolu’da ki Müslüman Türk ilerleyişine olumlu katkılarda bulunmuştur.
Hatta Anadolu’nun fethi sırasında Malatya dolaylarında faaliyet gösteren Oğuz Çavuldur boyundan olduğu sanılan Çakan (Bizans kayıtlarında, Tzakhas) İstanbul’da uzunca bir müddet kaldıktan sonra 1081’de İzmir’e gelerek bir beylik kurmuştur. Bizans imparatorluğunun zayıf noktalarını iyi bilen Çaka, Foça ve civarını aldıktan sonra 40 parçalık bir donanma kurdu. Ege denizinde Sakız, Midilli, Sisam, Rodos adalarını zapt etti ve Çanakkale’ye doğru ilerledi. Üzerine gönderilen Bizans donanmasını birkaç kere mağlup etti. İstanbul’u ele geçirip imparator olmak istiyordu. Kara kuvveti kâfi gelmediği için Balkanlar üzerinden Trakya’ya doğru ilerleyen soydaşı Peçenek Türkleri ile iş birliği yaptı. Onlar karadan İstanbul’u baskı altına alırken Çaka Bey de denizden hücuma geçecek ve Bizans başkenti düşürülecekti. Fakat plan başarıya ulaşamadı. Çünkü imparator Aleksios Komnenos, Tuna boylarındaki Kuman Türklerini Peçenekler üzerine saldırtmış ve aralarında cereyan eden, Meriç kıyısındaki Leboinum Savaşı (29 Nisan 1091)’nda Peçenekler ağır bir mağlubiyete uğramışlardı. Bizans, İzmir Beyi Çaka ise Selçuklu Sultanı 1. Kılıç Arslan tarafından ortadan kaldırıldı. (1097) (Kafesoğlu,1992, s:295, Augoste Baılly, tarihsiz, s.315)
Prof Dr. Osman Turan ise aynı konu hakkında şu bilgileri veriyor: “Peçenekler ve Oğuzlar gibi arkadan göçen Kıpçaklar (Kumanlar) da Balkanları ve Kafkasları aşıyorlardı. Balkanlarda Bizanslılarla savaş halinde bulunan Peçenekler, soydaşları Kumanlardan yardım beklerken, 1089 yılında, Silistre’de şiddetli bir muharebeye tutuştular ve Bizans ordusunu müthiş bir bozguna uğrattılar. Fakat Türk kavimlerini birbirine düşürmekte mâhir bir siyaset güden Bizanslılar şimdi de Kumanlar ile Peçenekleri birbirinden ayırmak imkânını buldu. Filhakika Bizans 1091 ve nihayet 1122 yılında Peçenekleri mağlup etti ve doğradı; pek çoğunu da esir etti; bir kısmını orduya aldı, bir kısmını da Balkanlarda ve Anadolu’da yerleştirdi; bir miktarı kaçıp kurtuldu. 1122 yılında kazanılan bu zafer İstanbul’da “Peçenek Bayramı” adı ile kutlanıyordu. ”(Turan, 1993, s.267-268)
Kumanlarla ittifak ederek Peçenekleri mağlup eden Bizans böylece İstanbul’u Peçenek Türklerinin ve Çaka Bey’in eline geçmekten kurtarmıştır. İzmir Beyi Çaka, daha sonraları Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan tarafından ortadan kaldırılmıştır. Balkanlara geçen ve sayıları 600.000 dolayında olan Uzlar-Oğuzlar ve her ikisi de Türk boyu olan Peçenekler ve Kumanlar Bizans’ın oyununa gelmeyip, birbirleriyle savaşacaklarına birlikte hareket edip Çaka Bey’e destek verselerdi belki de İstanbul 12. asrın başlarında Türklerin eline geçecek ve Bizans tarihin derinliklerine gömülecekti.
İSTANBU’UN İLK CİDDİ KUŞATMASI YILDIRIM BAYEZİD TARAFINDAN YAPILMIŞTIR
Türkler tarafından İstanbul’un ilk ciddi kuşatması Yıldırım Bayezid (1389-1402) tarafından gerçekleştirilmiştir. Yıldırım’ın iki kuşatmasından sonra, Fetret Devri’nde, oğlu Süleyman Çelebi’nin İstanbul kuşatmaları bir yana bırakılırsa, Fatih’e kadar II. Murat Gazi’nin giriştiği İstanbul Fethi teşebbüsü çok mühimdir. Bu kuşatmaya başta Emir Sultan olmak üzere birçok şeyh ve evliya katılmıştır.
“Bir Bizans kaynağı O’nun diğer şeyhlerle birlikte surların önüne gelişini tasvir ederken Osmanlılarda maddi, mânevi kuvvetlerin ne derece tesirli ve yüksek olduğunu ortaya koyar. Filhakika O’nun yaklaşması üzerine ordu: “Peygamber Efendimiz bizi irşad etmiştir. Eşref saatinin haberini ondan alacağız” diyorlardı. Türk dünyasının velisi Emir (Seyyid) Sultan’a gelince Müslüman askerleri sanki gökten melek inmiş gibi seviniyor ve O’na koşuyorlardı. Herkes O’nun ellerini ve atının üzengilerini öpüyordu. Padişah ta aynı şeyleri yaptı. Emir Sultan Hazreti Peygamberin torununa yakışır bir tavırla şunları söyledi: “Ey padişah ve Müslümanlar biliniz ki beni buraya O büyük insan, Muhammed, gönderdi. Sizlere haber vermeğe, taarruz zamanını bildirmeğe ve şehrin fethini haber vermeye geliyorum. O zamana kadar kendinizi hazırlayınız” diyordu. Sultan ve askerler O’nun sözlerini büyük bir ciddiyetle dinliyor ve her söylediğine inanıyorlardı. Emir Sultan ve yanındaki şeyhler de bizzat savaşa girdi, kılıçlarıyla Allah ve Muhammed nidalarıyla hücuma geçtiler. Müslümanların yükselen cesetleri karşısında Rumların korkusu müthişti. Hücum surlar önüne kadar ilerledi. Gerçekten İstanbul’un fethi yaklaşıyordu. Lâkin Bizans’ın hilekâr siyaseti yine imdada yetişti. Sahneye çıkardığı Şehzade Mustafa’nın isyanı ve Karamanlıların ona yâdımı Sultan Murad’ı derhal tehlikeye koşmaya ve İstanbul muhasarasını bırakmaya mecbur etti.”(Turan, 1969, c, 2. s.46) Bir yıla yakın kuşatma bu şekilde sona erdi. Sanki kader, II. Murad’a “İstanbul’u sen değil, oğlun fetih edecek” diyordu.
Tarihî bir hakikattir ki, Osmanlı Sultanları hep dindar ve din adamlarına hürmetkâr idiler. Padişahlar savaş zamanlarında hep din adamlarını ve evliya türbelerini ziyaret eder, İslâm âlimlerinin hayır dualarını alırlardı. İşte İstanbul’un fatihi ve Sevgili Peygamberimizin övdüğü sultan olan şehzâde Mehmed bu manevi iklim ve havâ içerisinde yetişmiştir. Babası O’nun büyük işler başarmak üzere yetiştirilmesi için çok gayret etmiş, O’nu devrin en büyük âlimlerinin eline teslim etmiştir. O’nun hocalarının başınsa Molla Gürâni, Molla İlyas ve Akşemseddin hazretleri gelmektedir. Çocukluğundan beri İstanbul’un fethi aşkı ile yanan Şehzâde Mehmed’e hocası Akşemseddin, Manisa’da şehzâde iken sık sık İstanbul’u fethedeceğini müjdelemiş ve :“Elem çekme begüm, siz İstanbul’u fethedeceksiniz” (Turan, 1969, c. II, s.49) demiştir.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi’den itibaren bütün Osmanlı Sultanlarının hedefi İstanbul olmuş ve bütün Osmanlı padişahı bu şerefe nâil olmak için can atmışlardır. Fatih’e kadar bu şeref hiç birisine nasip olmamıştır. Çünkü her defasında Bizans’a Avrupa’dan yardım geliyordu. Bunun için yardım yollarını kesmek gerekiyordu. Aslında İstanbul’un muhasarası, Osmanlı Gazilerinin 1356 yılında bir sal ile Çanakkale boğazından geçip Rumeli’ye ayak basmalarıyla başlamıştır.
Fransız Akademi âzâlarından tarihçi Grousset bu noktayı görebilmiş olduğu içindir ki şöyle der:
“Osmanlı fütuhatında hiçbir şey zamansız yapılmamış ve fetihler tesadüfe bırakılmamıştır. Anadolu’ya ilk geldikleri tarih noktasından itibaren Türkler, İstanbul’un fethine niyetlenmişlerdi. Ne var ki, her muhasarada şehrin Batı yardımı ile kurtarıldığını iyi bellemişlerdi. O halde öncelikle yardım yollarını kesmek ve oralara hâkim olmak şarttı. Osmanlı’nın Rumeli’ye sıçrayışından itibaren Niğbolu, Varna ve Kosova meydan savaşları bu sebeple bir strateji dehasının mühürleri gibidir. Osmanlı bir taraftan Gelibolu ile Akdeniz’den gelecek özellikle Ceneviz donanmasının yolunu kapatırken, Avrupa yardım ordularının geçiş coğrafyasına da kilit vurmasını bilmişti. İstanbul aslında Kosova savaşı ile tam bir muhasara altına alınmıştı. Fatih, iç kale’yi kuşatmış ve yüz yıllık niyetleri gerçekleştirmişti”(Bardakçı, 1994, s. 11).
FETHİ HAZIRLAYAN MÂNEVİ VE TEKNOLOJİK SEBEPLER
Türkler İstanbul’u kuşattıkları zaman fethe hem mânevi hem de teknolojik açıdan hazır bir durumda idiler.
Tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren Cihan hâkimiyetini ve Dünya nizamını hedeflemiş bir millet olan Türk milletinin, Oğuz Han’dan beri Cihan hâkimiyetine giden yoldaki ara hedeflerin adına “Kızılelma” denmiştir.
Osmanlı’nın ilk Kızılelma’sı, Anadolu’da beylikler dönemine son verip Türk birliğini sağlamak olmuştur. Sadece Türk milleti için değil, dünyadaki bütün milletler için kavşak noktası olarak bilinen ve kendine mahsus özelliklere sahip olan İstanbul, Osmanlı’nın büyük Kızılelması olarak görülür. Evliya Çelebi, Hz. Muhammed’in doğumunda ateşgedelerin bin yıldır sönmeyen ateşinin sönmesi ve Kisra’nın sarayının yıkılışı gibi harikulâde hadiseleri anlatırken Ayasofya kubbesiyle birlikte İstanbul Kızılelma’sının düştüğünü zikretmektedir.
Muvahhid-Hanif karakterli eski Türk dini inançlarına göre mademki gökte bir Tanrı ve yerde ve gökte tıkır tıkır işleyen bir düzen varsa, yeryüzünde de “Bir Hakan” olmalı ve dünyada da düzen tıpkı gökteki gibi tıkır tıkır işlemeliydi. Eski Türkler bu inançla Yüce Tanrı tarafından dünya nizamını sağlamakla görevlendirildiklerine inanmış ve bütün dünyayı kendi yurtları ve himayelerine verilmiş bir yer olarak görmüşler ve düşünce sayesinde hep Batıya doğru akmışlardır. Bu düşünceyi Oğuz Name’de, “Gök yüzü çadırımız; güneş bayrağımız” ve Gök Türk kitabelerinde “Üstte gök aşağıda yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insanoğlu yaratılmış ve insan oğlu üzerine atalarım Bumin Kağan ve İstemi Kağan tahta oturtulmuş” sözlerinde görmekteyiz. Ayrıca din adamları, kamlar, ermiş ve evliyalar tarafından çeşitli rüyalar ve bu rüyaların yorumları ile de Tanrı’nın Türklere ulu devletler bağışladığı ve dünyanın idaresini verdiği müjdelenmiştir.
İslâm öncesi devirlerde, Türk cihan hâkimiyeti ülküsü ’nün hedefi; “Güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar bütün dünyayı ve insanları Türk töresinin himayesine almak ve Türk töresi ile dünyaya nizam verme ve dünya barışını tesis etmekti.” Milli olduğu kadar insâni özellikler taşıyan bu ülkü, Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte, “Nizâm-ı âlem ülküsü” şekline dönüşmüştü. Nizâm-ı âlem ’in hedefi de; “Allah’ın dini ile âleme nizam vermekti.” Bu yolda yapılan bütün işlerin ve savaşların gerçek amacı; “Allah’ın rızasını kazanmaktı.” Bu düşünce İslâmi devirlerle birlikte iyice olgunlaşmış ve “İ’lâyı Kelimetullah Ülküsü” (Allah’ın adını yüceltmek ülküsü) adını almıştır.
Bir nokta da dinin özü de, ibadetleri cehennem korkusu ve cennet ümidi ile değil Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yapmaktır. Dinimiz, sırf Allah rızasına yönelik ibadetleri, çabaları ve karşılık beklemeden tüm insanlara yapılan hayır ve hizmetleri “Salih amel” ve bu işi yapanları da “Salih kişi” olarak nitelendirir. İşte atalarımız her yaptıkları işte Allah rızasını, Allah’ın adını yüceltmeyi ve salih Müslümanlar olmayı hedeflemişler ve bu uğurda var güçleriyle çaba sarf etmişlerdir.
İslâm öncesi dönemlerde mertliğin, cesaretin, kahramanlığın ve cömertliğin sembolü olan Alpler, İslâmiyet’in, Allah yolunda cihadı kutsal ve mübarek sayması düşüncesi ile birlikte, Alp erenler ve Derviş Gaziler olarak yeniden tarih sahnesine çıkmışlar Nizâm-ı âlem ve İ’lâ-yı kelimetullah için Allah yolunda gazaya devam etmişlerdir. Öte yandan Türkistan’dan gelen, dervişler, şeyhler, babalar, dedeler, İslâm âlimleri Selçuklu ve Osmanlı Türkiye’sinde bir münevverler, aydınlar ve ermişler kadrosu oluşturmuştur. Hiç şüphesiz başta devlet olmak üzere bu yüce ülküler bu âlimler ve ermişler kadrosunun eseri olup onlar tarafından devamlı olarak manen beslenmekte idi. Artık Sevgili Peygamberimizin İstanbul’un fethi ile ilgili olarak söylemiş olduğu hadisler dilden dile dolaşmaktadır.
OSMAN ERTUĞRUL OĞLUSUN, OĞUZ KARAHAN NESLİSİN, HAKK’IN BİR KEMTER KULUSUN, İSTANBUL’U AÇ, GÜLİZÂR YAP
Kaşgarlı Mahmud’un “Allah’ın Ordusu” (D.L.T. cilt 1, s.17) dediği Türklere bu düşünceye parelel olarak Osmanlı Padişahları da “Asâkir-i İslâm” (İslâm’ın askerleri) adını vermişlerdi. “Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır, yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir” diyen Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi’ye, “Osman Ertuğrul oğlusun, Oğuz Karahan neslisin, Hakk’ın bir kemter kulusun, İstanbul’u aç, gülizâr yap”(Kitapçı,1996, 2. cilt, s.137) diyerek İstanbul’un fethini hem hedef gösteriyor hem de vasiyet ediyordu. İşte kökleri tâ İslâm öncesi devirlere dayanan mânevî sebepler yüzünden Türkler fethe hazır bir durumda idiler. İstanbul’un çevresindeki topraklar alınmış, Anadolu Hisarı’ndan sonra 20 Mart 1452’de Rumeli Hisarının inşaatına başlanmış ve Ağustos ayında hisar tamamlanmıştır. Böylece İstanbul’a karadan ve denizden gelecek olan yardım yolları kesilmişti. II. Mehmed, Edirne’ye döner ve fetih hazırlıklarına hız verir. Durumdan kuşkulanan Bizans imparatoru elçilerini sultana gönderir. Padişah gelen elçi heyetine, “Benim kudretimin yettiği yerlere, imparatorunuzun ümit ve niyetleri bile yetişemez” der. (Bardakçı, 1994, s. 12).
Genç hükümdar; İstanbul’un fethine dair olan hadislerin, kendisini gösterdiğine inanıyordu. Bundan da öte, evliyaların bu husustaki kerametlerine öylesine bağlanmıştı ki, O’nun bu halet-i ruhiyesi, sadece mahalli kaynaklarımızda değil, Bizans kaynaklarına bile bütün ayrıntıları ile yansımıştır. Çağdaş Bizans tarihçisi Dukas, O’nun bu güzel durumuna temas ederken şöyle demektedir; “Padişahın gece ve gündüz huzuru kalmamıştı. Yatağına girer ve kalkarken, sarayda ve dışarıda gezip dolaşırken hep İstanbul’un fethi ile meşguldü. Yalnız veya arkadaşları ile bir gezintiye çıkarsa, sadece onu düşünür ve istirahat ve uyku nedir bilmezdi”(Kitapçı,1996, 2. cilt, s.140).
Bizans kaynaklarında göre, Rumlar daha önce de sözünü ettiğimiz imparator Jüstinyanus’un elindeki küre, (Kızılelma) nın düşmesi sonrasında imparatorluğun sona ereceğine inanmışlardı. Oklarla silahlı bir kavmin Rumları yok edeceği kanaati hayli zamandan beri kafalarda yerleşmişti. Anadolu’yu işaret eden heykelin, İstanbul’un oradan gelecek bir ordu tarafından alınacağı manası yayılmıştı. Dukas’a göre: “Senelerden beri gelecekte şehrin Türklere teslim olacağı, onların Çemberlitaş (Konstantin sütunu)a kadar ilerleyeceği ve nihayet gökten inen bir meleğin kılıç vererek Türkleri oradan döndüreceği” kanaatine saplanmış ve bu sebeple de halk (Fetih anında)Ayasofya’ya yığılmıştı. Başka bir habere göre Paleogolos hânedânından yedi imparator geldikten sonra İstanbul düşecektir. Türklere karşı Kosova savaşında mağlub olan Macar J. Hunyand’ı teselli ederlerken: “Rumlar mahvoluncaya kadar Hıristiyanlar daima bedbaht kalacaklardır. Bu sebeple Hıristiyanların talihlerinin açılması için İstanbul’un Türklerin eline geçmesi lazımdır” diyorlardı. (Büyük Osmanlı Tarihi Cilt 2. Joseph von Hammer) (Dukas, s.161, 179) İstanbul’un fethi üzerine bir başka Avrupalı da “Allah Rumlar aleyhinde sert ve acı hükmünü verdi. Şehrin Murad’ın oğlu Mehmed Bey’in eline düşmesini arzu etti.” (Barboro, s. 62, Dukas, s. 168) düşüncesini açıklıyorlardı. Bir Rus kroniğinin hükmü ise daha dikkate değerdir. Hakikatte, aradaki mezhep birliğine ve kültür yakınlığına rağmen, bir Ortodoks Rus yazarı Rumların ahlaki çöküntüsü ve zulümlerine karşı Türklerin sağladığı din hürriyeti ve adalet dalayısıyla İstanbul’un Sultan Mehmet’in eline geçmesini ilâhi bir emir saymıştı. Slavların çoğu da Türklere değil hâlâ Bizanslılara düşman gözü ile bakıyorlardı. (T.W.Arnold, İntşâr-i İslam Tarihi, İstanbul, 1343,s.153) R. R.Betts, İstanbul Dergisi, II, s. 195) (Turan, 1969, c,II, s. 53)
İmparator ve devlet adamları, İstanbul’u kurtarmak için, Papalığın asırlardan beri istediği fedakârlığı yapıyor; Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi sonrasında askeri yardım bekliyorlardı. Fakat Avrupa’dan az bir gönüllüden başka bir şey gelmedi. Papazlar ve İstanbul’un Ortodoks olan halkı dinlerini korumayı, İstanbul’da, Latin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih ediyor ve Fatih’ın nutkunda ifade edildiği üzere, şehirde huzursuzluk son haddine ulaşmış bulunuyordu. Bundan başka Rumlar birkaç asırdan beri Anadolu’da ve Rumeli’de Türklerin iyi idarelerini, adâletlerini ve sağladıkları din hürriyetlerini de tecrübe ile biliyorlardı. Bu sebeple Bizans Tarihçisi “Şehrin Frenkler eline düşmektense Türkler eline geçmesini isteyen Rumların Ayasofya’ya sığındığını, hâlbuki birkaç gün önce bu kiliseye nefretle baktıklarını yazar: “Ey bedbaht ve sefil Bizanslılar! Dün ve evvelki gün bu mâbede Râfizilere ait bir mezbah (tapınak) adını veriyor ve kirlenmemek için hiç biriniz bu mâbede girmiyordunuz” ifadeleri ile halkın Katolik kilisesiyle birleşmeye karşı nefretlerini ve Ayasofya’nın metruk (terk edilmiş) kalması sebebini meydana koyuyordu. (Dukas, s.178-179) Hammer, II, s.276-277)
TEKNOLOJİK ÜSTÜNLÜK TÜRKLERDE İDİ
Türk ordusu İstanbul önlerine geldiği zaman Bizans’ın elinde sadece çevresi surlarla çevrilmiş, adaletsizliğin ve ahlaksızlığın hüküm sürdüğü bir şehir kalmış, şehrin Anadolu ve Rumeli yakaları çoktan Türk toprağı olmuştu. Rumlar birçok kuşatmadan şehrin surları sayesinde kurtulmuş, şimdi de bu surlara ve Avrupa’dan gelecek yardıma güveniyorlardı. Oysaki onları ne surlar ne de Avrupa’dan gelen yardımlar kurtaracaktı.
Tarihi kaynaklardan öğrendiğimize göre Türkler, İstanbul’un fethinden önce top teknolojisine sahiptiler ve top kullanıyorlardı. Bulundukları bölgelerdeki madenler de bu imkânı sağlamıştı. Osmanlılar Rumeli’de Haçlılara karşı vermiş oldukları mücadelede ve kazandıkları zaferlerde top tekniğinden çok yararlanmışlardır. Özellikle I. Kosova savaşında Türklerin zafer kazanmasında topların çok büyük bir etkisi olmuştur. Türkler I. Kosova savaşında topun çok önemli bir silah olduğunu anladılar ve top teknolojisini geliştirmeğe karar verdiler. Çünkü Bizans’ın kalın ve sağlam surları ancak çok gelişmiş, büyük toplarla delinebilirdi. Bu sıralarda başını Mimar Muslihiddin ve Saruca Paşa’nın çektiği çok sayıda topçu ustaları da mevcuttu. Topçu ustalarının harıl harıl çalıştığı bir dönemde Macar asıllı topçu ustası Urban da Osmanlılara iltica etti. Fatih güçlü topların dökülmesi için her türlü imkânı sağladı. Kısa zamanda Edirne’de adına “Şâhi” denilen ve menzili 1.500 metre olan toplar döküldü.
“Tarih kitaplarında adına Şahi ve Şahin denen topların Urban tarafından yapıldığı yazılmıştır. Oysa tarihçi Schulzberger anlatmıştır ki, topların alaşım, döküm ve hatta balistik hesapları da bizzat Fatih tarafından yapılmıştır.”(Bardakçı, 1994, s.12) Bu topların barut haznesi çok geniş olduğundan ancak iki saatte doldurulabiliyor ve Şâhi top bu nedenle ancak günde 8-10 defa atış yapabiliyordu. 1452 yılının yaz ve kış aylarında Edirne hummâlı bir savaş hazırlığı geçirdi. Edirne’de top dökümü için bir “Topçular sınıfı” kuruldu. Yapılan toplar arasında “Havan Topları” da vardır. Böylece havan topları tarihte ilk defa Türkler tarafından yapılmış oldu. Sırada surlara çıkmayı kolaylaştıran dört katlı “Yürüyen Kuleler” vardır. Türk teknoloji harikaları bununla da bitmeyecek, binlerce fıçı birbirine bağlanarak Haliç üzerinde bir köprü yapılacaktır. Bu köprü beş askerin yan yana geçebileceği genişlikte ve 700 metre uzunluğundadır. Bu köprü üzerinden kısa bir süre zarfında karşıya geçirilen toplar sayesinde, İstanbul surlarının en alçak ve zayıf yerleri ateş çemberine alınmıştı. Bizans’ın ünlü tarihçisi Dukas, Fatih’in bu köprü ile gelmiş, geçmiş bütün cihangirleri geride bıraktığını itiraf eder. Bizans başına gelenleri anlamıştır. Bu gün askeri müzede bulunan zinciri Haliç arasına gerer. Fatih bunun için de hazırlıklıdır. 70 parçalık ince bir donanma karadan indirilir ve Haliç’in ortasında Bizans’ın şaşkın bakışları arasında boy gösterir. 70 parçalık donanmanın karadan denize indirilebilmesi için gerekli topografik inceleme, engebelerin tesviyesi, kaymayı önleyecek yerlere taş döşenmesi, kızak, makara ve tekerleklerin ve kullanılacak yağın kalınlık derecesi bile Fatih tarafından düşünülmüş ve hesaplanmıştır.
Başta Akşemseddin, Molla Gürâni, Molla Fenâri olmak üzere nice İslâm âlimleri, dervişler, şeyhler, dedeler, babalar bu kutsal cihada davet edilmişti. İstanbul sadece II. Mehmed’in değil; İstanbul’un fethini müjdeleyen Hz. Muhammed’in de Kızılelma’sıydı. Bu ordu Fatih Sultan Mehmed’in değil, Hz. Muhammed’in ordusuydu. Bu askerler Türk askerleri değil Allah’ın askerleri idi. Artık Bizans’ın yapacağı fazla bir şey yoktur. 800 yıllık İslâm Ülküsünü engelleyecek hiçbir güç yoktur. Türkler İstanbul’u fethetmeğe hem mânevi açıdan hem de teknolojik açıdan hazırdırlar.
İşte bu şartlarda İstanbul önlerine gelen Türk ordusu, İstanbul’u kuşatmış ve savaş 6 Nisan 1453 günü başlamıştır. Bir taraftan toplar gülle, mancınıklar taş yağdırıyor, surlar üzerinde gedikler açılmaya çalışılıyordu. Bu şekilde surlar iyice dövüldükten sonra 23 yaşındaki genç padişah ilk hücum emrini verdi. Bu hücum gece yarılarına kadar devam etti. Boğaz boğaza çarpışmalar oldu. Rumlar canlarını dişlerine takarak İstanbul’u müdafaa ettiler. Mayıs ayının ilk haftasında Fatih, surlar üzerinde yeterli gedikler açıldığına karar verdikten sonra tekrar hücum emrini verdi. Böyle birkaç defa hücum edilmesine rağmen İstanbul’un düşmediğini gören ve atını denize sürerek:
YA İSTANBUL BENİ ALIR, YA DA BEN İSTANBUL’U!
Ya İstanbul beni alır, ya da ben İstanbul’u! Diyen Fatih, deliye dönmüş ve hocası Akşemseddin’den fethin bir an önce gerçekleşmesi için himmet buyurmasını istemiştir.
Henüz şehzadelikte iken hocası Akşemseddin’den “Elem çekme begüm, İstanbul fethi size nasip olacak” diye müjde alan Sultan Fatih, 28 Mayısı 29 Mayısa bağlayan gece bir müjde daha alır. Akşemseddin:
“-Yarın sabah şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Hüda ile bâb-ı zafer feth olup ezan sadâsı ile surun içi dola. Gün doğmadan Gâziler sabah namazını hisar içinde kılalar” diyerek kat’i müjdeyi ve günü bildirdi. (Turan, 1969, c, 2, s.55)
Padişah II. Mehmet ve hocası Akşemseddin, bu son hücumun başlayacağı gece sabahlara kadar Allah’a yalvarmışlar ve dua da bulunmuşlardır. Şafakla birlikte, top sesleri, tekbirler ve mehterin vurduğu coşturucu marş sesleri altında Türk ordusu hücuma geçti. Artık bu iman ordusu karşısında Bizans’ın yapacağı bir şey yoktur.
Gerçekten 29 Mayıs 1453 gecesi ilahi müjde gerçekleşiyor, Allah, Allah sesleri ve tekbirlerle, tıpkı Hz. Peygamberin hadislerinde belirttiği gibi gâziler sabah vaktinde surları aşmış bulunuyorlardı.
Hücum kollarının birisinin başında bulunan Ulubatlı Hasan, üç hilalli Türk sancağını surların tepesine dikmiş ve kendisi de bu sırada atılan oklarla şehadet şerbetini içmiştir. Onu bir sel gibi akan gaziler takip etmiş, böylece İstanbul’un fethi gerçekleşmiştir.
Abdurrahim Mısri Hazretleri de İstanbul’un Fethinde Hazır Bulunmuştur
Akşemseddin Hazretlerinin talebesi olan ve bugün Afyonkarahisar’da Mısri Camisi olarak bilinen camide medfun bulunan Afyonkarahisarlı alim Abdurrahim Mısri Hazretleri de hocası Akşemseddin Hazretleri ile birlikte İstanbul’un fethine katılmıştır.
Bütün İslâm dünyasını sevince boğan bu fetih için yazılan:
“Feth-i Kostantin’e fırsat bulmadılar evvelûn
Fetih idüp Sultan Muhammed yazdı, tarih, âhirun” (Hoca Sadettin Efendi, 1974, c, 2, s.286).
Beytinin sonundaki “âhirun” kelimesi de tıpkı Kur’an-ı Kerim’deki Sebe suresi 15. ayette geçen “Beldetün tayyibetün” kelimesi gibi ebcet hesabı ile fetih tarihi olan Hicrî 857’yi, (Miladi 1453’ü) gösterir.
İstanbul’un fethi ile bin yıllık Bizans tarihin derinliklerine gömülüyor, İslâm’ın sekiz yüz yıllık ülküsü gerçekleşiyor, İstanbul Kızıl Elması da Türklerin eline geçiyor ve Türk ve dünya tarihinin yeni ve parlak bir devri başlıyordu. Padişahım çok yaşa! Padişahım çok yaşa! Sesleri içerisinde şehre giren Fatih, Allah’ın ordusu ve İslâm’ın askerleri ve Hz. Peygamberimizin övdüğü askerler olmak şerefine erişen gâzilere şöyle sesleniyordu:
“Ey kahraman mücahitler! Allah’a hamdü senâlar olsun. İşte bundan böyle sizler Kostantiniyye Fatihlerisiniz. Hz. Peygamberin, Kostantiniyye şehri elbette fetholunacaktır. Onun fethine muvaffak olan hükümdar, ne güzel hükümdar ve askerleri ne kahraman askerlerdir” buyurduğu ve Lisan-i Peygamberin şereflendirdiği şerefli askerler siz oldunuz. Gazanız mübarek olsun. Zinhar çocukları, din adamlarını, sizinle harp etmeyen insanları öldürmeyin, kadınlara dokunmayın. Peygamberin size layık gördüğü şerefe layık olasınız” (Kitapçı, 1996, c, 2, s.146)
Hz İsa’nın ruhaniyetine sığınan ve Meryem Ana’nın gelip te kendilerini kurtaracağına inanan Hristiyan halk Ayasofya’ya doluşmuştu. Fakat Rumlar karşılarında Meryem Ana’yı değil Fatih Sultan Mehmed Han’ı bulmuşlardı. Ayasofya’nın yanına gelen genç padişah atından indi; Allah’a şükrederek yere kapandı, sonra Ayasofya’ya girdi. Patrik ve halk yerlere kapanarak ağlaştılar. Sultan Fatih, onlara elleriyle susmalarını emretti ve şöyle dedi:
“-Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmed, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki; Bu günden itibaren ne hayatınız ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız” (Doğan, 1978, s.181).
.İSTANBUL’UN FETHİNİN YANKILARI
İstanbul’un fethi bütün dünyada yankılar uyandırmış, Fethi, Avrupa korkunç bir felaket olarak nitelendirirken, İslâm dünyasını büyük bir sevinç kaplamış, her tarafta şenlikler yapılmıştır. Bu şenliklerin en önemlisi Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılmış, şehir baştanbaşa ışıklandırılmış, şenlikler günlerce sürmüştür. Memlûk sultanı Fatih’e elçiler göndererek kendisini tebrik etmiştir.
Fetihten sonra Fatih, hocası Akşemseddin’den Hz. Peygamberin ashabının ulularından Ebû Eyyûbe’l Ensari’nin mezarını bulmasını rica eder. Şeyh yerden çıkan ışıklara göre mezarı bulur. Padişah daha müspet bir delil isteyince de Akşemseddin orada üzerinde eski yazı bulunan bir mermer taşın çıkacağını da söyler. Bu da tahakkuk eder; Fatih hayrette kalır ve çok sevinir. Beş sene sonra orada türbe, cami, medrese ve imâret inşâ eder. Rivayete göre Akşemseddin, mezara yaklaşınca Ebû Eyyûb kendisiyle konuşur; bu büyük fetihten dolayı şeyhi tebrik eder ve mezarının Müslümanların eline düştüğünden dolayı da Allah’a şükreder (Turan, 1969,c, 2, s.57)
Ayasofya’da İlk Cuma Namazı
Fetihten üç gün sonra şehre giren Fatih, Ayasofya’yı temizletir ve ilk Cuma namazı Ayasofya’da kılınır ve Fatih adına hutbe okunur. İstanbul’un imarı sırasında Ayasofya için büyük vakıflar kuran Fatih, Ayasofya’nın kıyamete kadar bu şekilde cami olarak devamını vasiyet eder, şartı yerine getirmeyenlere de lanet eder.
Sultan Fatih, İstanbul’u aldıktan birkaç gün sonra papaz Gennadios’u bir dost olarak, huzuruna davet etti; ona geliş ve dönüşünde tantanalı merasimler yaptı. Kendisine verdiği imtiyaz fermanı ile onu patrik tayin etti; patriğe bir at ve bir de murassa patriklik âsası ve alâmetleri hediye etti. Patrikhaneye dîni ve kültürel tam bir hürriyet bahşeyledi. Böylece Bizans tarihinde imparatorların emrinde, çok zaman, bir siyasi vasıta olarak kullanılan patrikhane, ilk defa olarak, Türk idaresinde muhtariyete kavuştu. Fakat daha mühimi Rumların dinlerini Katolik papaya satmaktan kurtulmaları idi. Rumlara göre Avrupalılar barbar, zalim ve dinlerine göz dikmiş ve Hıristiyanlıktan çıkmış insanlardı. Avrupalılar da Bizanslıları, Râfızî, hilekâr ve Hıristiyanlığa hıyanet etmiş sayıyorlardı. İki mezhep arasındaki bu kadim düşmanlık Dördüncü Haçlı seferinde Latinlerin İstanbul’u ve Bizans’a ait bir takım ada ve sahilleri işgaliyle artmıştı (Turan, 1969, c. 2, s.63)
Dördüncü Haçlı seferinde İstanbul’u işgal eden ve burada bir Latin Krallığı kuran Haçlılar, 1204 Nisanının 9. günü şehre girdiler. Şehri yakıp, yıkıp, yağmaladılar. Olayda hazır bulunup bu seferin tarihini yazan Villehardouin, “Fransa’nın en büyük kentlerinden üçünün toplam evlerinden fazla ev yandı” demektedir (Erer,1993, s. 101) Villehardouin diyor ki: “Yağma edilen altın, gümüş, mücevherler, ipekli kumaşlar, kürkler, hiçbir kimsenin hesap edemeyeceği çokluktaydı. Dünya yaratıldığından beri hiçbir kentte bu kadar yağma olmamıştır…” (Erer, 1993, s.102)
Haçlı seferleri sırasında ve Bizans’ın baskılarından bıkıp İstanbul’u terk eden Hıristiyan halk, İstanbul’un Türkler tarafından fethinden sonra tekrar İstanbul’a yerleştiler. Böylece İstanbul’a Türklerden çok Hıristiyanlar üşüşmüş oldu.
Fransız kaynaklarında 1204 yılında Latinlerin işgalinden sonra isteyenlerin gitmesine izin verilince Rumların İstanbul’dan kaçışı şöyle anlatılır:
“Zenginler, kaçarken yırtık pırtık elbise giyip yoksul görünmek sayesinde kurtulma umuduna kapılanlar, kızlarının ırzını korumak amacıyla o zavallıların yüzlerine çamur sıvayanlarla Senato üyeleri de bunların arasındaydı. İstanbul Ortodoks Patriği ise, yalnız başına, âdeta çıplak bir kılıktaydı. Ayakkabılarını bile Haçlılar almış oldukları için bir köylünün verdiği eşeğe binmiş, bu cefa diyarından kaçabilmek umuduyla kıyıda dolaşıp bir kayık aramaktaydı. Haçlılardan canlarını, ırzlarını kurtarmak isteyen Rumlar, işte ancak böyle kurtulabildiler.”(Larousse, cilt 6, s. 365’ten nakil, R. Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri, s:104) Bizans’ta Latinlerin hüküm sürdüğü elli yedi boyunca Ortodoks mezhebi yasak edilmiş ve on sekiz tane Katolik Patriği seçilip, her biri Roma’ya giderek Papa’nın duasını, bu arada icazetlerini de almıştı. (Gibbon’dan nakil, Erer, 1993,s.110)
İşte bu yüzdendir ki İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesi Hıristiyan halk için bir felâket değil saâdet getirdi. Çünkü Ortodoks Hıristiyanlar, Türkler sayesinde din hürriyetine kavuşmuşlar, Ortodoks tapınaklarına ve dinine hakaret etmeyi günah ve ayıp saymayan Katoliklerden Türkler sayesinde kurtulmuşlardı.